Engin K. Demir

Engin K. Demir

İyi ki İnsan Değilim

Gel, gel, ne olursan ol yine gel

(Mevlana)

Gönül Dağı adlı diziye bakıyordum. Bozkırın çorağında, güneşin yakıcı sıcaklığı altında iki kişi karşılıklı konuşuyor. Kısa boylu olan, kafasını yukarı kaldırmış arkadaşına bakıp civanmertlikten, gönüldaşlıktan bahsediyor. Uzun boyuna rağmen karşısında küçülmüş olan arkadaşın konuşmasına fırsat vermeden, sen yoluna ben yoluma, diyor. Bu kızgınlığı, hayatını değiştirecek olan yarışma için yanında olmamasıydı. Genç Mucitler yarışmasına sunacağı proje için ona ihtiyacı vardı; ama o söz verdiği hâlde gelmemişti. Son gündü ve arkadaşı sözünü tutmamıştı. Başkaları onun bu zor durumunu görünce hemen yardımına koştular. Projeyi son anda tamamlayıp (Bu olay, dizinin ayrı bir saçmalığı. Bazı şeyler hata olarak görülebilir, fakat böylesine bir şeye ben hata demem, sadece aymazlık derim.) yarışmaya katıldı ve kazandı. Ben dizinin mutlu tarafında değilim. (Anladığım kadarıyla, izleyen herkes de benimle aynı fikirde.)

Ödülden sonra, genç mucidin, arkadaşıyla olan dostluğunu bitirdiği sahne beni çok etkiledi. En önemli bir anında, milyonda bir gelen fırsatı kaçırmamak için yanında olmayan, diğer zamanlarda da yanımda olmasın diyerek güle güle, dedi. Elveda demedi. Çünkü elvedalar umut yetiştirir, hasret barındırır. Fakat kendisi, yaşının verdiği çok büyük bir olgunlukla (belki de cahillikle) net bir duruş sergileyip "git" dedi.

Batı toplumu bireyi kutsallaştırıp, onu ulular. Birey kıymetlidir. İslamiyet'te de her bir insan değerlidir. Zaten yargılarken, methederken şahsına münhasır davranırız. Kişiye göre hareket ederiz, birey olarak resmederiz. Tüm bu bilindik şeylere rağmen dizideki o sahne beni neden bu kadar çok etkiledi? Üzerinde düşünmeme sebep olan şey ne? Evet, biliyorum ve defaatle her bir insanın derya, özel olduğunu, içinde cevher barındırdığını söylemişimdir. Fakat dizideki ayrılık sahnesi, yapmak isteyip yapamadığım şeyleri hatırlattı. Belki de bana yapılanları hatırlattı. Ya da bir eğretilik beni rahatsız etti. Kalbimin yanması oyuncuların büyük bir başarıyla resmettiği o sahne oldu... Bir arkadaş bir arkadaşa hayır, dedi. Arkadaşlığı sildi. Bir çeşit kırmızı kart gösterdi.

Ben en son ne zaman haysiyetli bir duruş sergiledim. Çalıştığım iş yerinden kovulduktan sekiz ay sonra iş arkadaşıma hayır diyebildim. Kovulduğum iş yerine karşı benim hayır demem tam tamına sekiz ay sekiz gün sürdü. Filmdeki o genç ise ertesi gün hayır dedi. Kimliğini ortaya koydu ve ben bu oyunu oynamam, dedi. Beni düşünmeyeni ben hiç düşünmem, dedi. Bana değer vermeyene ben asla değer vermem, dedi. Ve arkasına bile bakmadan, gözyaşlarını gizleyerek bozkırın o dumanlı havasında gözden kayboldu.

Şimdi bu sahneyi gözümde yeniden canlandırıyorum. Biz nerede hata yapıyoruz diye düşünmeden edemiyorum. Yolları ayırmak, ilişkiyi kesmek bu kadar mı kolay? Birey, farkındalığını ortaya koymalı, kişiliğini göstermeli ve çevremiz de ona göre tavır almalı. Fakat bana bir şeyler yanlış, hatalı, noksan, kusurlu geliyor... Ben kıymetliyim, özelim ve herkesin buna göre tavır almasını istiyorum. Burada sorun yok. Bence sorun kişide, kişinin kendisinde. Her birimiz burnumuzu o kadar çok yukarı kaldırdık ki diğerini görmüyoruz. Etrafımıza bakmıyoruz; fakat etrafın bize bakmasını istiyoruz. Hep, daima...

Problemin asıl kaynağını kişi kendisi oluşturur. Kişi kendini nasıl konumlandırdıysa o şekilde karşılık görür. Zavallı, muhtaç, düşmüş, kimsesiz, zayıf, biçare, mazlum, saf, avanak olan kimseye el uzatılmaz. El uzatılsa bile tanrılığını göstermek için uzatırlar. Ya İslam! İslam ne diyor? Günümüzde cevabı müslümanların üzerinde bulamayız, ama batı toplumu tarafından kurgulanan "İnsan Hakları" başlığı altında kişinin, kimliğini mahkeme yollarında araması istenir.

Mesele kişinin güçsüz hissetmesi değil, kendi kaynağının farkında olmaması... Hâkim anlayış bu şekilde. Kişisel gelişim kitapları bireyi tepe noktasına koyuyor. Fakat İslam zirvedeki insanı yalnızlaştırmıyor, onu tek başına bırakmıyor. Diğerlerin de senin gibi kıymetli olduğunu söyleyip, kibirle dünyada yürümesini istemiyor. Gönül Dağı dizisindeki reddiye yapan kişi bir batılı gibi düşündü ve kendisine yapılan büyük haksızlığa karşı "ben varım" dedi ve arkadaşını terk etti. Bu gerekli bir şeydi. Çünkü insan kendi varlığını başkalarının gözlerinde görüyor. O göz ona bakmayınca kendisi de ona bakmıyor. Hemen oyun dışı ediyor. Eğer oyun dışı etmezse onun kuklası, hamster'ı olur... Doğru... Çünkü bizler baktığımız her bir kişiyi kum çuvalı yapmak istiyoruz. İslam'ın ne dediği değil "ben"in ne yaptığı önem kazanıyor. Dizideki o kişi doğru yaptı. Ben oyuncak değilim, canın istediği zaman eline alıp oynayacağın ya da sıkılınca bir kenara atacağın bir eşya değilim, dedi. Doğru yaptı; çünkü bizler ötekilerin gözlerinde yaşıyoruz. Allah'ın gözlerinde değil şunun, onun, diğerlerin gözlerinde yaşıyoruz.

Ölçümüz İslam değil ama İslam’mış gibi yaparak insanların gözünde yaşamaya çalışıyoruz. Şöyle ki; insan zirveye tırmanmak için sadece kendisini muştulaması yeterli olmuyor, yanımızdakilerin de bunu fazlasıyla yapması gerekiyor. Ve işin hazin olan tarafı kendimiz için istediğimiz şeyi başkalarına çok görmemiz. Tamamen yok saymıyoruz, ama verdiğimiz şeye karşı talep ettiğimiz ücret yüksek oluyor.

Bize tokat atana diğer yanağımızı dönmeliyiz demiyorum. Hayır. Teslimiyetçiliği kabul etmiyorum. Ben bu anlayışı kabul edemem. Körü körüne gruplara, hiziplere bağlanılmasına karşıyım. Ve dizideki o gencin yaptığı doğru, alkışlanması gereken bir hareket. Benim başıma da benzer bir şey geldi, bir arkadaşım yaptığım yorumdan dolayı bana hayır demişti. Bunun için ona kızgın değilim. O durmam gereken yeri belirledi, ben haddimi bildim; fakat nakıs kalan bir şey var. Belki de yoktur. Kim bilir, belki de ben yapamadığım içindir.

Olması gereken şeyi bile eleştirmekten aciz kalıyorum. Tam ifade edemesem de aşırı bir özgüvenle yapılan cömert konuşmaların iyileşmeyen yaralar açtığını net bir şekilde söyleyebilirim. Örneğin, geçenlerde Yalı Çapkını dizisini izlemeye mecbur bırakıldım. Eğer bir insana fiziksel zarar vermeden işkence etmek isterseniz “Yalı Çapkın”ını izletin. Dizinin başrol oyuncusu olan Çapkın diğer başrol oyuncu kadına "Sen Allah'ın bana verdiği en büyük cezasın." diyor. Ve birbirlerine karşı söylemiş oldukları birçok hakaretlerden sonra bu iki insan nasıl birleşecek? Her biri kendi benliklerini bulup varlığını ortaya koyuyorlar. Amaç bu. Hedef bu. Ben olabilmek. Ona, sana, bana rağmen kendi olmak.

Bir insan varoluşunu ortaya koyabilmek için hayır mı demeli? Peygamber efendimizin hayırları İslam'ın reddettiği şeylerdi. İnsanı reddiye lügatında yoktu. Vahşi'yi (r.a.) bile kabul etmiş birisiydi. Gandhi, devrimi insanları kucaklayarak yaptı. "Toprağa sevgiden başka bir tohum ekmeyiz" diyen Mevlana'nın yetiştirdiği bir kültür havzasından gelmedik mi? Biz ne ara değiştik de birey olabilmek için kendimiz dışındakilerin sesini keser olduk. Bir insanı kovmak bu kadar mı kolay? Kendin olabilmeyi, başkalarını ezmek, reddetmek, kırmak, üzmek, argo tabirle ağzının payını vermekle mi oluyor?

Allah'ın bizler için söylediği şu ayeti okumalıyız: "Kullarıma söyle sözün en güzelini konuşsunlar." ya da "Sen onlara sırf Allah’ın lütfettiği merhamet sayesinde yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi." ayetini öğrenmeliyiz. Kalbimizi elimize alıp düşünmeliyiz. İnsanı kazanmak mı insanı reddetmek mi? Ama ne ben ne de başkaları bunları görmüyor, anlamıyor. Çünkü bizler birey olabilmeyi başkalarına had bildirmekte görüyoruz.

 

Diğer Yazıları

Yorumlar

Davut Hz. Peygamber (s.a.v.) efendimiz: “Allah, muhakkak surette kötülüğü affeden kişiyi aziz kılar.” buyurmuştur. Oysa bizim değer yargılarımız ne kadar da değişmiş, birer intikam canavarına dönüşmüşüz.
Bican Ahmet İmzamı attım 👏