“Sinan” dendiğinde Mimar Sinan’dan söz edildiğini düşünürüz. “Yunus”, evvela Yunus Emre’dir. Furuğ deyince biliriz ki genç yaşta trafik kazasına kurban giden “Yeniden Doğuş”un şairidir kast edilen. “Aliya” diye seslendiğimizde de belli ki Aliya İzzetbegoviç’tir, kastettiğimiz kişilik
Kimi isimler sahibini yansıtmaktan uzak durur, kimisi de açığa
vurur. Sönük sayılsalar da sahiplerinden ileri gelen sebeplerle bir
ışıltı kazanarak kitlelerin gönlünde taht kuran isimler vardır bir
de. Çok nadir de olsa bazen bir isim öncelikle bildiğimiz o kişiden
başkasını aklımıza getirmez. “Sinan” dendiğinde Mimar Sinan’dan söz
edildiğini düşünürüz. “Yunus”, evvela Yunus Emre’dir. Furuğ deyince
biliriz ki genç yaşta trafik kazasına kurban giden “Yeniden
Doğuş”un şairidir kast edilen. “Aliya” diye seslendiğimizde de
belli ki Aliya İzzetbegoviç’tir, kastettiğimiz kişilik.
Bu listenin genişlerken güncel bir içerik kazanması mümkün tabii.
Popüler kültür kimi isimleri dilimize yerleştiriyor ya, sel gidiyor
kum kalıyor.
Hayatıyla, eserleriyle, kişiliğiyle Müslümanların sevgisini
kazanan, hikmet arayışı içinde olan zihinlerde de fikirleriyle
karşılık bulan bir dava adamı, bir düşünür, Aliya. Medeniyet-kültür
ikilemi, sanat ve felsefe, eleştirel düşünce, Batı-Doğu karşıtlığı
gibi konularda getirdiği yorumlarda onun cümleleri, Müslümanların
modernizm karşısında bir açık alan korkusuna ve güvensizliğe duçar
olmasına değil, dinî kavrayışlarını yenilemeye dönük bir özgüvenin
güçlenmesine kaynaklık edecek şekilde akar.
Bosna’dan akıp geldi kültür ve siyaset dünyamıza, derken hayatımıza
karıştı. Atalarının bir zamanlar göç ettiği topraklara, diri,
sağlam, inandırıcı sözleri ve berrak siyasi duruşuyla döndü. Onu
inandırıcı kılan bir fildişi kulesi düşünürü olmaması. Siyaset
adamı olarak verdiği güven ise, Bosna savaşı yıllarında sergilediği
dirayetle ilgili. Akif Emre’nin altını çizdiği gibi, kişiliği bir
taraftan özgürlük savaşçısı ve eylem adamı, bir taraftan da düşünür
olarak iki boyutuyla öne çıkıyor. Tarihe tanıklık eden bir aydın
değil, tarih yapan bir lider ve bu yönüyle yeni bir lider profili
çiziyor.
Doğu İle Batı Arasında İslam isimli eseriyle 1980’li
yıllarda okunmaya başladı ülkemizde Aliya. “Olgulara ve sorunlara
duru bir bakışı var, bunu nasıl başardı acaba?” sorusuyla okundu.
İslam’a sadakatin bir bağışı gibiydi, duruluğu. Hapiste bulunduğu
yıllarda aldığı notlardan oluşan eseri, Özgürlüğe Kaçışım/
Zindandan Notlar, başucu kitaplarımdan biri. (1) Bir diğer önemli
eseri İslam Deklarasyonu’nu ise ebeveynlerin,
eğitimcilerin ve gençlerin dikkatle okuması gerektiğini düşünürüm.
(2)
Bir kitap bazen sadece bir pencere açar önümüzde, bazen de sadece
okunan sayfalardan ibarettir. Nadiren koskoca bir dünya sunan,
dünyayı farklı bir şekilde anlamanıza yardım eden kitaplarla
karşılaşırsınız. Aliya’nın en az üç kitabı, işte bu nadir
karşılaşmayı yaşattı bana. Kitaplarının elimin altında bulunmadığı
toplantılarda ona atıfta bulunurken değinmeden geçemediğim
başlıklar var.
Eleştirel düşünce ve özgürlük
Her şeyden önce nedir ki düşünce/li olmak? İnsanı beşer
seviyesinden yükselten ayrıcalığıdır, emaneti üstlenme cesareti
göstermesinin sebebi olan niteliğidir. Aliya’ya atıfta bulunan
Müslümanlar bazen düşünce özgürlüğünü hafife alan söylemlerle yan
yana getirirler onun cümlelerini. Oysa o zindanda yattığı yıllarda
kaleme aldığı notlarında “Her türlü etiğin ön şartı özgürlüktür”
diye yazmıştı.
Bir diğer notta ise “Diktatörlük günahı yasaklasa bile ahlaksızdır,
demokrasi ona izin verse bile ahlaklıdır” şeklinde bir tespitte
bulunmuştu.
Aliya açısından iyilik insanların kendilerini mecbur hissettikleri
için değil, gönül rızasıyla yapmasıyla amacına ulaşır. “İyiliğe
yönelik bu niyet yoksa karşımızda ya bir diktatörlük ya da bir
ütopya vardır” diye kaydetmiş görüşünü.
Düşünce özgürlüğü gerçekleşmeden eleştirel düşünmenin gelişmesinin
mümkün olamadığını da dile getirir, muhtelif zindan notları.
Müslüman Doğu’nun bütün mekteplerine eleştirel düşünce dersi
konulması gerektiğini savunurken, bunun sebebini şöyle açıklıyor:
”Batı’nın aksine Doğu bu acımasız mektepten geçmemiştir ve birçok
zaafın kaynağı budur.” XIII. Yüzyılda İslam kültüründe eleştirel
düşüncenin sönmesinin, her alanda inhitat ve hızlı çöküşün
başlangıcıyla çakıştığını hatırlatıyor bir başka notunda. Sonsuz
tekrarlar ve skolastik derlemeler ön alırken XIX. Yüzyıl sonları
ile XX. Yüzyıl başlarına kadar süren tarihi bir kış uykusu dönemi
başlamıştır. (3)
Kültür-Medeniyet
Kültür ve medeniyet tartışmalarında Aliya’nın değerlendirmeleri,
“kültür”ü öncelediğini düşündürüyor. Kültürün ezeli konularla
ilgilendiğine işaret ediyor notlarında. Aşk, doğum, evlilik,
annelik, kurban, ölüm; her seferinde yeniden okunsalar bile başa
dönülerek temeldeki değişmezliği, ontolojik boyutu ilan ederler.
Medeniyet ise olguları dondurur, öyle ki bir adım ileri gidilemez,
asli kaynağa da dönülemez hale gelinir. Hayat ritminin yavaşlaması,
tamamlandığı, mükemmelleştiğine dair kabul bir tür doku
sertleşmesine sebep olur… Marguerite Yourcenar’ın “Dünyayı
değiştirme isteği onu anlama isteğine hakim oldu” şeklindeki sözü
üzerinden şu tespiti yapıyor: “Beşeri kültür dünyayı anlama
arzusudur, medeniyet ise onu değiştirme eğilimi.” Bir medeniyetin
başlangıcı ile sonu arasındaki farka dikkat etmek gerekir: “…Artık
büyük müfessirler (interpreters of Qur’ân) yoktu, sadece çok sayıda
hafız vardı. Yaratıcı yorumlar yerine sonu gelmez ezberlemeler,
tahlil ve terkip yerine sonu gelmez tekrarlamalar.” Öte taraftan
“evrensel acı“ medeniyete değil kültüre ait görünür; “Medeniyet,
‘ızdırap’ diye bir şey bilmez.” (4)
İslam’ın, hayat ve hakikatin (gerçekliğin) unsurlarına yönelik
tabii yaklaşımı ve yakınlığıyla belli bir kalıpta donmayı reddeden
yönlerine dikkat çeker bir yerde: “İslam, aynı zamanda karmaşıklığa
(sphistication), suniliğe, gösterişçi eğilime ve üsluplandırmaya
karşı gönülsüzdür”; oysa medeniyet zirveye ulaştığında, bir yerden
sonra kalıcılığını üslupların bekasına bağlamayı sürdürmez mi?
Kadın meselesi
Tarihin ve toplumun bir cinsin varlığını silikleştirecek şekilde
cinsiyetçi yazılımı karşısında eleştirel bir bakışa sahip olduğunu
düşündüğüm Aliya, entelektüel dürüstlüğüyle (tıpkı adaşı Ali
Şeriati gibi) İslamiyet’in modern dünyada bir hayat tarzı olduğu
kadar bir tefekkür ufku sunması açısından da evrensel planda bir
ihtiyaca karşılık gelen bir çaba koydu ortaya. İyiliğin yüzlerimizi
Doğu ya da Batı’ya çevirmekten ibaret olmadığını hatırlattı. Bazen
Allah adına kula itaatin yüceltildiği bir telakkiyle, bazen de
şiirsel yüceltmelerle hiçliğe indirgenmeye zorlanan kadın
kesimlerine şefkat ve saygıyla seslenerek, onları fikir ve sanat
alanında üretime çağırdı. (5)
Müslüman kadının haklarından söz ederken, yekpare bir meseleyle
karşı karşıya olmadığımızı savunur Aliya. Mesela bazı bölgelerde
camiye gitmesi bile meseleyken, bazı bölgelerde cumhurbaşkanlığı
konumuna seçiliyor kadın. Bazı bölgelerde peçe bilinmeyen bir
uygulamayken, başka bölgelerde bu uygulama dogma mertebesine
yükseltiliyor ve adeta din savunulur gibi savunuluyor. “Ancak
Müslüman kadının Muhammed (a.s.) zamanında peçe takmadığını kesin
olarak biliyoruz. Bu âdeti ilk defa kadın modası olarak Harun
er-Reşid’in üvey kız kardeşi olan Uleyya uygulamıştır. Bir moda
uygulamasının İslam’ın bir parçasına nasıl kolayca dönüştüğünü
araştırmak ilginç olurdu, fakat bir şey neredeyse kesindir ki o da
Uleyya’nın, şeriata şahsi katkılar yapmak gibi bir ahlâki donanıma
sahip olmadığıdır. Cinsiyetlerin kat’i bir şekilde ayrılması olayı
yaygın olarak ancak X. asrın sonunda ortaya çıktı, yani İslam’ın
çıkışından 250 yıl sonra; harem sistemi ise Bizanslılardan alınmış
ve ancak II. Velid iktidarında yerleşmiştir” diye aktardığı tarihî
malumatın ardından şu neticeye ulaşıyor Aliya: “Her halükârda
dolaylı kaynakların etkisinin yeterince güçlü olduğu İslam’ın erken
döneminde, kadın erkek ilişkilerinde daha doğal, daha basit ve
buradan hareketle de daha ahlâki bir uygulama söz konusuydu.”
(6)
Erkeklik ve kadınlık prensipleri arasında açık bir zıtlık olduğunu
dile getiren düşünürümüz, bu konuda da klişeleşmiş yargıların
ötesinde, hayattan yükselen sesleri dikkate alan tespitlerde
bulunur. Bir bakıma kadın ve erkek arasındaki ilişkilerin bin yıl
önce nasılsa aynı şekilde sürdüğünü yazan D. H. Lawrence ve
Abdülkerim Suruş’u hatırlatır bakışı. İki cins arasındaki eşitliğin
tabiatları gereği farklılaştıkları her şeyde değil de haklar ve
insan saygınlığı itibarıyla sağlanması gerektiğini savunur. Bu
bağlamdaki yorumları kısmen, Sovyetler Birliği’nin kadın ve erkek
işçi istihdamının esas aldığı cinsel eşitliğin yol açtığı,
kendisinin de tanık olduğu problemli sahnelerden ve örneklerden
beslenir. “Sovyetler Birliği’ni trenle dolaştığınızda, demiryolu
boyunca, eksi 20 derecedeki kış fırtınasında demiryolu işçisi
olarak çalışan kadınları görürsünüz. Onlar birer istisna
değildirler, onlardan yüzlercesi buralarda çalışmaktadır. İşte
“eşitlik” budur” diye yazıyor. (7)
Sanat ve Kişilik
“Nasıl bir sanat” sorusunun cevabı, tıpkı Kandinsky için olduğu
gibi Aliya’da da “başka türlü” şeklinde verilir. Nasıl?” sorusu
aynı zamanda bir iyileşmenin çekirdeğini gizliyordur Kandinsky’e
göre. “Başka türlü” şeklindeki cevapta ise “kişilik” yansıtan bir
açıklama vardır: “…o söz konusu ‘başka türlü’nün içinde (biz buna
bugün ‘kişilik’ diyoruz), nesnede kaba malzeme olmaktan öteye
gidemeyen şeyi görmekle kalmayıp daha ileri giderek, gerçekçi
(realistisch) dönemin ‘olduğu gibi’, ‘hayale dalmadan’, yalnız
başına vermeye çalıştığı nesnesinden daha az bedensel olan bir şeyi
görme olanağı da vardır”, diye yazıyor Kandinsky. (8)
Kandinsky’nin başka türlü görme yeteneğini “kişilik” olarak
adlandırmasına benzer şekilde Aliya da kişi olmayı, gelişmiş
kişiliği empati yapma yeteneğine bağlıyor. Kişi olmak, diğer
şeylerin yanı sıra bir başkasını mümkün olan en iyi şekilde
anlayabilmek, yani kendisini başkasının yerine koyabilmek, bir an
için başkasının kalıbında yaşayabilmek anlamına gelir.
Sanatçı yalancı olamaz, Aliya’ya göre. Hakiki bir sanatçı, istemese
bile bir mücadele içinde olduğunun bilincindedir. “Onun sanatı
–eğer hakiki ise- daima yalanların aleyhine şahitlik etme
durumundadır. Sanatçıların kaçınılmaz mücadelesinin bulunduğu yer
burasıdır” diye yazar. (9) Dolayısıyla sanatı hakikat kılan şey
ontolojiktir, sanatta kelimenin tarihi anlamıyla ilerleme gerileme
olmaz, diye düşünür. Miro’nun, “Mağara insanı döneminden beri resim
gerilemeyi sürdürüyor” şeklindeki görüşünün, resim sanatının
medeniyetle ve sözde ilerlemeyle hiçbir esaslı ilişkisinin
bulunmadığını anlattığını hatırlatır. Hoş hem insan hem de din için
de aynı yargı geçerlidir: Tarihi gelişim ve ilerlemenin, insanlığın
gerilemesi ve inhitatı olarak tanımlanabileceğini kaydeder. Sanatçı
dindar olmasa bile sanatın dini olduğunu belirtir, Chagall’ın
eserleri üzerine bir notunda.
“İtaatın mutsuz felsefesi” üzerine düşünmek
İtaatin yer yer erdem sayıldığı bir kültürel geleneğimiz var.
Dağılan parçalanan imparatorluk yapısını ayakta tutma kaygısı,
kolay değişmeyen bir telakkinin modern biçemlerle yeniden
üretilmesini getirmiştir. İdeal yurttaş öyleyse Durkheim esinli
Gökalp’in ifadesiyle, gözlerini kapatarak vazifesini yapacak biri
olmalıdır. Dinî mesellerde fazlasıyla örneği bulunacak bu otoriteye
her durumda itaat övgüsü, Kur’an’ın “hiç akletmiyor musunuz...”
diye başlayan ayeti kerimelerindeki uyarıları göz ardı edilecek
kadar yüceltilir.
Bu içselleştirilmiş tebaa tutumu bir ölçüde Cumhuriyet rejiminin
yapısının “ululemr” olarak kabullenilmesiyle de süregelmiştir.
Orhan Kemal’in Bekçi Murtaza’sının hayat felsefesinde de “gözlerimi
kaparım vazifemi yaparım” anlayışının anonim sesi ulusçu
söylemlerle pekişerek yankılanır ya...
Öylesine içselleştirilmiş bir yankı ki bu, en duru bilinçlerde dahi
“Müslüman mı yoksa tebaa mı yetiştiriyoruz?” gibi başlıkları olan
yazılarıyla Müslüman toplumlardaki itaat kültürünü sorgulayan
Aliya’yı, “Bilge Kral” olarak taltif etmek ister.
Düşünürümüz, İslam Deklarasyonu’nda yer alan, “Müslüman mı, yoksa
tebaa mı yetiştiriyoruz?” başlıklı yazısında, Müslümanların
çocuklarını sorgulama ve eleştirme, buna bağlı olarak da özgür
kararlar verebilme, özgün üretimlerde bulunma gücünden
yoksunlaştıran bir itaat felsefesiyle yetiştirmelerinin yol açtığı
problemlere değinirken, “itaatin mutsuz felsefesi”ni işte şöyle
açımlıyor: “Bir taraftan o, canlı olanları ölü hale getirmekte,
diğer taraftan ise din adına yanlış ülküleri ön plana çıkararak,
daha yaşamadan evvel ölen kimseleri İslam’ın etrafında
toplamaktadır. O, normal insanlardan suç ve günah duygularının
takibatında, aynı zamanda hakikatten kaçan ve pasiflik ve tesellide
sığınak arayan hayatı ıskalamış şahsiyetler için çok cazip olan,
kendinden emin olmayan insanlar yaratmaktadır.”
Aslında kökenini bilmediği, fakat kesin olarak İslam’dan
kaynaklanmadığına da emin olduğu itaatin bu mutsuz felsefesi,
mükemmel ve bahtsız bir şekilde birbirini tamamlamaktadır: “Bir
taraftan o, canlı olanları ölü hale getirmekte, diğer taraftan ise
din adına yanlış ülküleri ön plana çıkartarak, daha yaşamadan evvel
ölen kimseleri İslam’ın etrafında toplamaktadır.”
Aliya’nın aynı yazısında ideal Müslüman genç telakkisi üzerine
yazılmış bir makaleyi eleştirirken yaptığı tespitler, gençlerimize
İslam adına öğrettiğimiz itaat felsefesinin ruhlarını nasıl
sinikleştirdiğini ortaya koyan çözümlemeler içeriyor. “… O asla
bağırmaz, sesi hiçbir yerde duyulmaz, o her zaman ve her yerde
teşekkür eder ve özür diler. (…) Hakkını yiyorlar susuyor. Şamar
vuruyorlar o karşılık vermiyor, sadece bunun iyi bir şey olmadığını
ortaya koymaya çalışıyor.”
Buna karşılık, kendi yolunda gidecek ve bunun için kimseden izin
istemeyecek bir gençlikten söz ediyor Aliya. Bu gençliğe,
“…tevazudan çok şeref ve haysiyet, teslimiyetçilikten çok cesaret,
merhametten çok adalet” hakkında konuşulması gerekiyor bilge öncüye
göre.
Asırlardır birinci kaynaktan gelen İslam fikrinin anlaşılamamasının
bir neticesi olarak gençliğimizi yanlış eğittiğimizi öne süren
düşünürümüz, bu konuda yeni bir bakış açısı geliştirmenin elzem
olduğu konusunda uyarılarda bulunur.
Aliya’nın uyarıları, erdemin kör itaatte ve teslimiyette olmadığını
bilen aklı başında, eleştirel düşünceye sahip bir gençlik idealinin
altını çiziyor. Bu ideale göre teslimiyet sadece Allah’a olmalıdır.
“Ancak Allah’a olan bu teslimiyette Kur’an insan için özgürlük inşa
ederek, onu bütün korkulardan ve diğer bütün teslimiyetlerden
kurtarmıştır” diye görüşünü açımlamayı sürdürüyor. (10)
Bana Aliya düşüncesinin kendi ülkesinde bir temsilcisi olarak
görünen yönetmen Aida Begiç ile 2012 yılı Mart ayında Saraybosna’da
yaptığımız (3 Mayıs 2012’de yayımlanan) söyleşi sırasında, kendi
gençlik döneminin liderinin kişiliği üzerinde bıraktığı izleri de
konuşmuştuk. Begiç’in aşağıya alıntıladığım cevabı, Aliya’nın
gençlik, sanat ve eğitim konularındaki perspektifinin uygulamada
bulduğu yankı açısından dikkate değer:
“ Savaş başladığında henüz 15 yaşında bir genç kızdım. Her zaman
asi ruhlu ve farklıydım. O zamanlarda punk-rock eğilimlere
sahiptim. Her ne olursa olsun muhaliftim, ne olduğunu ve neden
olduğunu bilmiyorum, ama muhaliftim. Bu yüzden belki,
savaş zamanında hayatın anlamı üzerine düşünmeye, ardından dini
keşfetmeye başladım. Kendime öldükten sonra neler olacağını
soruyordum. Ve bir sanatçı olarak yetişiyordum. Akademiye
gidiyordum o dönemde. Her zaman sanatçıların muhalif bir
yerde durması gerektiğini düşünmüşümdür. Bence biz herhangi
bir politik ana akımın parçası olmamalıyız. Sanatçı her zaman
mesafeli olmalı ve iktidarda bulunanları iyi bir şekilde
eleştirmeli. Bu açıdan bakarsak, doğrusu ben Tito zamanında bile
dünyanın en şahane öncülerinden biri sayılmazdım. Ben bu tip bir
insan değilim ve elbet Aliya'nın yapmaya çalıştığı şeyleri takdir
ediyorum. Bunu yakın zamanda fark ettim, her şey olup biterken ben
çok gençtim, ancak daha sonrasında onun olağanüstü ve karizmatik
bir kişi olduğunu anladım. Onun çok özel, çok yumuşak gerçekten çok
iyi bir yanı var. Ve onun fikirleri, oluşturmak istediği şeyler
gerçekten çok iyiydi. (…) Maalesef bunların çoğu asla
gerçekleşmedi. Bugünlerde konuşabildiğimiz ise bütün bu şahane
fikirlerin başarısızlığı. Bu yüzden yüksek ihtimalle benim için o
sahip olduğumuz tek lider olarak kalacak. Ve onun kadar karizmatik,
bu ülkeyi daha iyi bir yere taşıyabilecek bir liderimiz olmasını
ancak hayal edebiliyorum.” (11)
O’nu nasıl çağırmalı?
İtaat felsefesini keskin bir dille sorgulamış olan bir düşünürün
ülkemizde “Bilge Kral” olarak isimlendirilmesi ironik değil
mi...
Hülya Bostan’la bu konu üzerine yazışmıştık. “Bilge Kral lafı beni
de rahatsız ediyordu, ama o kadar benimsenmişti ki itiraz etsek
sanki hain olacaktık. Belki de benim İzzetbegoviç’e ısınamamama
bile sebep olmuştur krallık lafı. ‘Bilgelik’ de sanki krallığı
hafifletmek için eklenmişti”, diye anlatmıştı Hülya bana
düşüncelerini.
Suavi Kemal Yazgıç da, www.etkinkulis.com’da yayınlanan “Bilge Kral
Değil, Babo” başlığı altında şunları yazdı: “Ona ‘Bilge Kral’
diyerek adını efsaneleştirmeye çalışmak, yaşadığımız imaj çağının
insanlara hazırladığı en büyük kapana yaşarken düşmeyen
İzzetbegoviç’i hatırasıyla beraber metalaşmaya teslim etmek
anlamına gelir.” Yazgıç yazısında “Platonik” göndermeler taşıyan
“Bilge Kral” sıfatının “Aydınlanma” Avrupa’sında Voltaire gibi
aydınların hasretini çektiği “ideal yönetici” tiplemesinde yer alan
“aydınlamış despot” çağrışımını da hatırlatıyordu. Onun önerisi,
Emira Albayrak’ın bir yazısından mülhem, Aliya için Bosna’da yaygın
olarak kullanılan “Babo” deyişi.
Ali Şeriati Fatıma Fatıma’dır, isimli kitabında farklı
yönleriyle incelediği Fatıma’yı hangi özelliğini öne çıkartarak
çağırmanın uygun düşeceğini tartışır. “Babasının Annesi” midir o,
yoksa “Hüseyin’in Annesi” mi... “Tahire” midir, “Betül” mü...
Fatıma’ya özgü isimleri, sıfatları hatırlatır Şeriati ve nihayet,
“Hiçbiri değil, O Fatıma’dır” diyerek, nokta koyar açtığı
tartışmaya. (12)
Aliya İzzetbegoviç de “Aliya” diye sesleneceğimiz kadar yakın bize,
düşünceleri, irfanı, tevazusu ve görkemli bir sadeliği yansıtan
cümleleriyle; ona hangi değer bahşeden isim ve sıfatları
yakıştırırsak yakıştıralım.
Dipnotlar.
Özgürlüğe Kaçışım/Zindandan Notlar, Klasik;
2005.
İslam Deklarasyonu, Fide; 2007.
Özgürlüğe Kaçışım, sf. 325.
A.g.e., sf. 231, 232, 312, 197.
Cihan Aktaş, İki Ali, Taraf, 9 Ocak 2012.
İslam Deklarasyonu sf. 34; Fide; 2007.
Özgürlüğe Kaçışım, sf. 231, sf. 159.
Vassily Kandinski, “Sanatta Zihinsellik Üstüne,
sf. 28, Hayalbaz, 2009)
Özgürlüğe Kaçışım, sf. 11.
İslam Deklarasyonu, sf. 101-104.
Cihan Aktaş, Aide Begiç’le Söyleşi,
www.dunyabulteni.net, 2 Mayıs 2012.
Cihan Aktaş, Aliya Aliya’dır, Taraf, 8 Kasım
2010.
Bu site deneyimlerinizi kişiselleştirmek amacıyla KVKK ve GDPR uyarınca çerez(cookie) kullanmaktadır. Bu konu hakkında detaylı bilgi almak için tıklayın. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.
Yorumlar