Bugün Mark Sykes’in öngördüğü etnik ve kabile-aşiret temelli yaklaşımların çok daha ötesinde yeni faktörlerin hesapta olduğu unutulmamalıdır. Her ne kadar iyi planlanmış olsa da nüfus mühendisliğiyle bir coğrafyayı şekillendirmeye çalışmasının kaderinin mutlak başarısızlık olacağını akılda tutmak gerekiyor.
Bugünkü Ortadoğu coğrafyasının sınırlarını tam olarak öngöremese de
büyük güçlerin Ortadoğu’ya dair yaklaşımlarını net olarak ortaya
koyan Sykes-Picot Antlaşması, Osmanlı Devleti’nin topraklarının
geleceğini de belirlemesi açısından büyük önem taşıyor. Üzerinden
tam 100 yıl geçmesine rağmen muadili sayılabilecek anlaşmalara
kıyasla gerek ulusal sınırlar içerisinde gerekse de uluslararası
arenada bu kadar tartışılmasının nedenlerinin başında, Ortadoğu
coğrafyasında sınırların belirsizliğinin hala devam etmesi geliyor.
Bugün, her ne kadar Ortadoğu’da Sykes-Picot’nun öngördüğünün
ötesinde bir harita şekillenmiş olsa da anlaşmanın sınırları
belirleme yönteminin ve bu yöntemi belirleyen algının bugünkü
sorunlarda büyük payı var. Bu sebeple Sykes-Picot’yu şekillendiren
algının arka planına bakmak ve bu hususta bir yakın okuma yapmak
bugünkü tartışmaları anlamlandırmak açısından önemli.
ANADOLU’DA BİR İNGİLİZ
Adını anlaşma öncesi müzakerelerde İngilizleri temsil eden Ortadoğu
uzmanı Diplomat Mark Sykes ile Fransa’yı temsil eden Diplomat
François Georges-Picot’dan alan anlaşma Anadolu’da Fransız ve
İngilizlerin egemenlik alanlarını belirlemekle kalmıyor, Ortadoğu
coğrafyasındaki stratejik noktaların nasıl yönetilebileceğine dair
de bilgiler içeriyordu. Anlaşma, Fransa ve İngiltere’nin
Ortadoğu’nun yönetilmesi hususunda ileride yaşayacağı ihtilafların
ipuçlarını da taşıyordu. Ortadoğu’da bir Arap devletleri
konfederasyonu mu yoksa Fransız ve İngilizlerin denetiminde tek bir
Arap devleti mi kurulacağı konusunda açık bir kapı bırakılıyordu.
Gerek anlaşma öncesinde gerekse de sonrasında süregelen bu
tarz ihtilaflar, savaş bittiğinde tasarlananın çok ötesinde bir
tablonun ortaya çıkmasına neden oldu. Bu ihtilaflı tablonun ortaya
çıkmasında, anlaşmaya yön verenlerin Ortadoğu’nun geleceği
konusunda sahip oldukları farklı yaklaşımlar ve bunların
kaynaklandığı kişisel sebepler de etkili oldu. Aslında anlaşmanın
çok daha öncesinde, 19. yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı
hakimiyetindeki Ortadoğu ve Anadolu topraklarının nasıl
şekillendirileceği hususu büyük güçlerin ilgisine mazhardı. Bu
dönemden itibaren, Osmanlı coğrafyasının büyük güçler tarafından
bir yakın okumaya tabii tutulduğu açıktı. Özellikle İngiltere ve
Fransa’nın bu coğrafyanın kültürünü ve sosyolojisini, ama en
temelde etnik haritasını çıkarmaya çalıştığı söylenebilir. Tam da
bu amaçla uyumlu bir şekilde, 19. yüzyılın ikinci yarısında Anadolu
toprakları yabancı seyyahlar için daha önce olmadığı kadar bir
cazibe merkeziydi. W.F. Ainsworth, William J. Hamilton, Georges
Perrot, Frederick Burnaby ve William M. Ramsay gibi İngiliz,
Fransız ve Amerikalı seyyahlar 19. yüzyılın ikinci yarısında
Anadolu topraklarını karış karış geziyor ve bu toprakların etnik
haritasına, aşiretlerin özelliklerine ve birbirleriyle ilişkilerine
yoğunlaşan çalışmalar yapıyordu. Bu çalışmaları yapanlardan birisi
de, Sykes-Picot anlaşmasına da adını veren ve bugünkü Ortadoğu’nun
sınırlarının belirlenmesinde büyük rol oynayan Mark Sykes’tı.
Resmi belgelere göre, Mark Sykes Anadolu topraklarına, Batılıların
deyişiyle Asia Minor’e, ilk kez 1899’da adım attı. Bu ilk
seyahatini tamamlar tamamlamaz gözlemlerini Beş Türk Eyaletine
Doğru ismiyle 1900 yılında yayınladı. Eserinde Şam, Halep, Bağdat,
Musul, Bitlis, ve Van merkezli seyahatlerinde gözlemlediklerini,
gördüğü yerlerdeki sosyolojik ve kültürel ögeleri not etti.
Selamlaşma biçimlerinden yemek yeme usüllerine, konuşulan dillerin
özelliklerinden yerel giysilere kadar pek çok ayrıntıyı aktarırken,
Batı’ya kıyasla çok daha misafirperver bir ortamla karşılaştığından
bahsetti.
Mark Sykes’ın Anadolu topraklarına yaptığı ikinci ve en uzun
seyahati, 1906-1913 yılları arasında gerçekleşti. Bu seyahat
esnasında ve sonrasında yayınladığı eserler ile geldiği görevlere
bakıldığında bu seyahatin ilk seyahate kıyasla daha politik-resmi
bir mahiyeti olduğu söylenebilir. Bu dönemde yazdığı eserlerin en
başında Halifenin Son Mirası: Türk İmparatorluğu’nun Kısa Tarihi
başlıklı çalışması geliyor. 1915 yılında yayınladığı bu çalışmanın
ilk bölümünde İslam tarihinden ve halifelik kurumunun oluşumuna
dair önemli detaylar verirken, ikinci bölümünde Anadolu
topraklarındaki farklı etnik grupların yaşantılarına eğilmekteydi.
Sykes bir taraftan titiz bir biçimde etnik bir harita çıkarmaya
çalışırken, diğer taraftan bu etnik gruplara yönelik genelleyici
ifadeler kullanmaktan da çekinmiyordu. Örneğin Ermeniler Sykes için
“Mutsuz olmaya mahkum bir millet”ti ve bunun nedenlerinden başında
da “Kendi aralarındaki ilişkilerin sorunlu olması” gelmekteydi (s.
417). Üstelik Sykes, Ermeniler ve Türkler benzer yaşam tarzlarına
sahip olsa da bundan sonra bir arada yaşamalarının çok da mümkün
olmadığını iddia ediyordu: “Durum gittikçe toleranssız bir hal
alıyor, karşılıklı duyulan korku ve şüphe yükseliyor. İşin sonunu
pek göremiyorum. Taraflardan birinin zorla göç ettirilmesi kabul
edebileceğim tek çözümdür” (s. 372). Sykes’ın en sevdiği grup ise
Bedevilerdi. Onlar Sykes’ın gözünde her ne kadar materyal olarak
medenilikten uzak olsa da, akıl açısından liberal eğitimli bir
İngiliz’le eşdeğerdi. “Her mantıki önermeyi takip edebilir, her
durumu anlayabilirler”di (s. 438).
KÜRT AŞİRETLERİNİN HARİTASI
Mark Sykes’ın gerek bu eserinde, gerekse de 1908 yılında ayrı bir
makale olarak yayımladığı “Osmanlı İmparatorluğundaki Kürt
Aşiretleri” isimli çalışmasında Kürtler önemli bir yer tutar.
Sykes’ın haritasında Kürtler; Irak ve Suriye’nin kuzeyinde, Doğu ve
Güneydoğu civarında, İran coğrafyasına yakın bir alanda ve İç
Anadolu çevresinde yaşamaktadır. Bu haritayı çıkarmak için seyahati
boyunca pek çok kişiyle görüştüğünü ifade eden Sykes, Kürtlerle
alakalı pejoratif bir söylem kullanarak Kürtlerin kol gücü
gerektiren işlerde çok başarılı bir milletken, geri kalan işlerde
başarısız olduklarını iddia eder (s. 438). Bunun daha da ötesinde,
Sykes Kürtleri burada yazılamayacak kadar ağır hakaretlerle
medeniyetten uzak olmakla suçlamaktan da çekinmez. Tam bu noktada
Sykes-Picot’da neden Kürtlere dair bir düzenleme olmadığı sorusu
sorulurken, anlaşmanın müzakerecisi olan Mark Sykes’ın Kürtlere
yönelik önyargılarının bu noktada küçük de olsa bir etkisi
olabileceği söylenebilir.
Mark Sykes, daha sonrasında Kahire’deki İngiliz Yüksek
Komiserliği’nde görevlendirildi. Burada Komiserliğe bağlı bir Arap
Bürosu’nun kurulmasını sağlayarak T.E. Lawrance, Gertrude
Bell ve McMahon gibi isimlerle beraber çalıştı. Her ne kadar
çalışma arkadaşları kadar iyi bir eğitim almasa da Ortadoğu’ya dair
yapılan planlamalarda her daim söz sahibi oldu. Bu eğitimsizliğin
sebep olduğu düşünülen keskin yargıları ve taviz vermezliği çoğu
zaman eleştiriliyordu. Kişisel notlarında “Türkiye diye bir şey
artık var olmamalı. İzmir, Yunanlıların olacaktır. Adana İtalyan,
Güney Toroslar ve Kuzey Suriye Fransız, Filistin, Mezopotamya
İngiliz ve geri kalan İstanbul dâhil Rus” derken de yine bu
diplomasi geleneğinden uzak tavrı görülüyordu.
Sykes gerek Sykes-Picot Anlaşması’na giden yolda gerekse de
sonrasında Ortadoğu’nun geleceğinin ancak büyük güçlerin mandasında
kurulacak tek bir Arap devletinde görüyordu. Bu sebeple Lawrance ve
Gertrude Bell başta olmak üzere bu konudaki etkili isimlerle ciddi
bir fikir ayrılığı yaşadı. Bugüne bakıldığında, gerek Mark Sykes’ın
gerekse de diğer isimlerin planlarının pek tutmadığı ve 100 yıl
öncesine kıyasla Ortadoğu’nun daha büyük bir kriz içerisinde
bulunduğu söylenebilir. Bugünkü Ortadoğu coğrafyası geçmiştekinden
çok daha farklı bölünmelere ve bununla birlikte yeni oluşumlara
tanık oluyor. Bu hareketlilik bir taraftan yeni sınırlar yaratırken
diğer taraftan bu sınırların korunması için savaşılacak yeni
düşmanlar üretiyor. Sykes-Picot konuşulurken en temelinde
Ortadoğu’daki kabilelerin bir “Arap” kimliği etrafında birleşmesi
fikri ön plana atılıyordu. Bugün ise farklı mezheplerin, grupların,
örgütlerin ve diğer oluşumların içerisinde yer aldığı bir harita
var. Bu sebeple Mark Sykes’in öngördüğü etnik ve kabile-aşiret
temelli yaklaşımların çok daha ötesinde yeni faktörlerin hesapta
olduğu unutulmamalıdır. Fakat hepsinden öte, her ne kadar iyi
planlanmış olsa da nüfus mühendisliğiyle bir coğrafyayı
şekillendirmeye çalışma çabasının kaderinin mutlak başarısızlık
olacağını her daim akılda tutmak gerekiyor.
Bu site deneyimlerinizi kişiselleştirmek amacıyla KVKK ve GDPR uyarınca çerez(cookie) kullanmaktadır. Bu konu hakkında detaylı bilgi almak için tıklayın. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.
Yorumlar