Eski Yargıtay Başkanı Selçuk'tan Başbakan Erdoğan'a uyarılar
Eski Yargıtay Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk, son dönemde ortaya çıkan yolsuzluk iddiaları ve takip eden süreçte yaşanan gelişmeleri değerlendiren 5 açık mektup yazarak Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a uyarılarda bulundu.
Eski Yargıtay Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk, son dönemde ortaya
çıkan yolsuzluk iddiaları ve takip eden süreçte yaşanan gelişmeleri
değerlendiren 5 açık mektup yazarak Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a
uyarılarda bulundu. Zaman Gazetesi’nin yazı dizisi olarak
yayınlamaya başladığı mektuplarda Selçuk, “Sayın Başbakan, ben
halkım, halkın ta kendisiyim. Haklarım var: Öfkelenirim,
hırçınlaşırım, acımasız olurum, haksızlık yaparım, gücenirim, hatta
kin tutar, irademi yitirince böler, ayrıştırırım da... Ama siz
başbakansınız. Haklarınız değil, sadece yetkilerinizi sınırlandıran
yükümlülükleriniz var: Şeyh Edebali’nin dediği gibi herkese karşı
uysal, hoşgörülü, acıları paylaşıcı, bağışlayıcı, adil, sabırlı,
katlanıcı, kucaklayıcı, yapıcı ve birleştirici olmak zorundasınız.”
dedi.
Selçuk, kaleme aldığı mektuplarda muhatabın bir partinin gelen
başkanı olmadığını, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olduğunu
belirtti. Mektupta Başbakan Erdoğan’a hitaben “Bu satırları… Ölümlü
tanıkların gelip geçici sözlerine değil, kişiler üstü ve nesnel
hukuk biliminin iki bin yıldan bu yana deneyip süzerek önümüze
koyduğu temel ilkelerin tanıklığına dayanarak yazıyorum.” diyen
Selçuk, 17 Aralık soruşturma süreci sonrası ortaya çıkan
gelişmelere ilişkin dikkat çeken uyarılarda bulundu.
Selçuk’un dikkat çeken ifadeleri mektupları yazma gerekçesi ile
başlıyor. “Bu satırları elli dokuz yıl hukuk ile iç içe yaşamış,
kırk bir yılını yazılı hukuku uygulayarak adalet hizmetinde
tüketmiş ve bugün köşesinde bilimle uğraşan, bilgi ve deneyimlerini
öğrencileriyle paylaşan yansız ve nesnel bilim adamı kimliğimle,
kendimi sizin yerinize koyarak ve denetleyerek bütün içtenliğimle
yazıyorum.” diyen Selçuk, şöyle devam etti: “Çoklarının sandıkları
gibi kin, öç vb. duygularla yazdığımı düşünürseniz, çok
aldanırsınız. Ben o dönemleri çoktan gerilerde bırakmış bir
yaştayım. Ölümlü tanıkların gelip geçici sözlerine değil, kişiler
üstü ve nesnel hukuk biliminin iki bin yıldan bu yana deneyip
süzerek önümüze koyduğu temel ilkelerin tanıklığına dayanarak
yazıyorum. Küresel özdeyişler biçimindeki bu temel ilkeleri, sizi
inandırabilmek için, Latincedeki özgün anlatımlarıyla da
yansıtacağım.”
Halkın acımasız olma, gücenme ve hatta kin tutma gibi durumları
olabileceğini ancak bir Başbakan’ın durumunun çok daha farklı
olduğunu hatırlatan Selçuk, “Önceden anımsatayım ki; Sayın
Başbakan, ben halkım, halkın ta kendisiyim. Haklarım var:
Öfkelenirim, hırçınlaşırım, acımasız olurum, haksızlık yaparım,
gücenirim, hatta kin tutar, irademi yitirince böler, ayrıştırırım
da... Ama siz başbakansınız. Haklarınız değil, sadece yetkilerinizi
sınırlandıran yükümlülükleriniz var: Şeyh Edebali’nin dediği gibi
herkese karşı uysal, hoşgörülü, acıları paylaşıcı, bağışlayıcı,
adil, sabırlı, katlanıcı, kucaklayıcı, yapıcı ve birleştirici olmak
zorundasınız. Sayın Başbakan, “Hasne ile Hüsne, Muaviye’nin dört
oğlundan ikisidir” cümlesinde dört yanlış vardır: Hasne ve Hüsne,
erkek değil, kızdırlar. Bu bir. İkisi de Hz. Ali’nin çocuklarıdır.
Bu iki. Çocuk sayısı dört değil, ikidir. Bu üç. Adları Hasan ve
Hüseyin’dir. Bu dört.” diyerek devam eden mektup, temel yanlış
olarak tespit edilen hatayı dile getirerek devam ediyor.
BİRİNCİ TEMEL YANLIŞINIZ...
Selçuk, “17 Aralık 2013’ten bu yana şu iddiayı sürekli dile
getirmektesiniz: Polis, yargı gibi devlet organlarına yaptığımız
yanlış atamalarla oluşan “paralel yapı” bağımlıları, iktidarı, ordu
vb. kurumları çökertmek için düzmece kanıtlarla suçsuzları
cezaevlerine soktular; iftiralarını bugün de sürdürüyorlar. Bunun
çözüm yolu halktır. Halk, yerel seçimlerde iktidarımızı
desteklerse, aklamış da olur. Burada yanlış sayısı, üzülerek
belirteyim ki, yukarıdaki cümledekilerden daha çok.
Birinci temel yanlışınız, atamalarda “yeterlilik (liyakat) ölçütü”
yerine “ideolojik özdeşlik ya da yakınlık ölçütü”nü gözetmenizdir.
Bu kaba yanlışı açıkça itiraf ediyorsunuz. Bu itiraftaki
içtenliğinize şapka çıkarılır; ama bu itiraf sizi asla haklı
kılmaz. Çünkü böyle yapmışsanız, sizi ne halk olarak bizler
bağışlarız; ne de devlet ve yasalar önünde herkesi her açıdan eşit
gören Anayasa, hukuk, ahlak ve de bu değerlere yaslanan devlet,
hatta amaçlarınız uğruna sık sık başvurduğunuz duyarlı ve kutsal
değerler, özellikle de din, ne de onun Yüce Peygamber’i bağışlar.
Selçuk, bir hadisi de hatırlatarak “Makamları sizden önceki
kavimlerin yaptığı gibi, yeterli (ehil) olanlara vermezseniz,
onların başına gelen kıyameti bekleyin.” dedi.
YARGILAMA BİR HESAPLAŞMA DEĞİLDİR
Selçuk, ortaya çıkan kayıtlar ve Başbakan Erdoğan’ın bu konular
üzerinde sarfettiği sözlere ve tavrına da eleştiriler getirerek
şöyle devam etti: “Sahtelik iddiasında geliştirdiğiniz yaklaşımdaki
ikinci yanlışınız, iddiayı kesin yargıymış (hüküm) gibi sergileyip
durmanızdır. Bu yöntemi ilkin bilimsel bulmadım. Çünkü her şeyden
önce “hiç kimse kendi davasının yargıcı olamaz” (nemo judex in sua
causa). İkinci olarak bu yöntemi doğru da bulmadım. Dürüst zekâ ile
ahlakı örseleyen kurnazlığı birbirine karıştırmak, toplumun
dikkatini başka yönlere kaydırmak, hiç kimseye yakışmaz. Hele hele
devlet adamı kimliğiyle karşımıza çıkanlara hiç yakışmıyor, Sayın
Başbakan.
Aynı doğrultuda üçüncü yanlışınıza geliyorum. Özel konuşmaları
dinlemek elbette hem suçtur, hem de ahlaksızlıktır. Bunun için o
denli bağırıp çağırmaya hiç gerek yok. Bunu önlemenin biricik yolu
yargıya başvurmaktır. Yargıya başvurmakla olayın doğruluğunu
benimsemiş olmazsınız. Tam tersine hem iftirayı, hem de sahteciliği
dile getirmiş, bunu yapanları cezalandırmanın meşru yolunu da açmış
olursunuz. Başarırsanız, hukuku arkanıza alır, daha da güçlü
olursunuz. Yargılama, özellikle duruşma, sanık ile tek yanlı
yapılan bir hesaplaşma değildir, Sayın Başbakan. Duruşma, kavramın
en kapsamlı anlatımıyla savcının iddianamesindeki olay/eylem ve
fail ile sınırlı ve bağlıdır. Duruşma yargıçları, bu çerçevede
sanığa yükletilen olayın/eylemin sağlam ve sağlıklı dayanaklara
dayanıp dayanmadığını karşıt görüşlerin diyalektiği içinde
önyargısız tartışır ve bu konudaki kuşkuyu yenmeye çabalarlar.
Cübbeyi giyen yargıçlar, taç giyen başın akıllanması gibi,
yargılarken inançlarını, dünya görüşlerini duruşma salonunun
dışında tutarlar. Bu yüzden hiçbir makama, özellikle de yargı
organlarına size yakın olanları seçmeyi hiç denemeyin.
Yurtdışından bilgisayar getirtebilirsiniz, ama yargıç
getirtemezsiniz. Tutacağınız yol bellidir: Yansızlıklarından
kuşkulandığınız yargıçları, somut kanıtlar göstererek reddetmek
(Ceza Yargılama Yasası [CYY], m. 24 vd.). Ama “bunlar paralel yapı
bağımlıları” vb. gibi varsayımlara, gülünüp geçilesi yollara lütfen
tenezzül etmeyin. Hukukta olaylar, varsayılmaz, kanıtlanır” (facta
non praesumuntur, sed porbantur). Kanıtlanmadıkları sürece
hukukçunun gözünde bu tür iddialar birer yanıltmacadır (sofizm,
safsata), sanallıktır, kurmacadır, kuruntudur, yanılsamadır
(illusion). Zira hukuk, varsayımlar, zanlar, masallar üzerine hüküm
kurmaz, kuramaz. “Hukuk, olaylara dayanır” (jus ex facto
oritur).
Evet, Sayın Başbakan, “paralel yapı” şeytanını taşlayarak hiçbir
yere varamazsınız. Yargıçlar, sadece ve sadece duruşmaya taşınmış
ve duruşmada tartışılmış kanıtlara, olgulara yaslanarak, bunları
değerlendirip tartarak, tartışarak, halkın temsilcilerinin
kotardıkları yasalara ve hukuka uygun vicdani kanılarına göre, bu
nedenle de halk adına karar verirler; “yargıçlar, yasanın dilidir”
(judex est lex loquens). Biz yargıçların “yüzü, yasaya
dayanmadığımız takdirde kızarır” (erubescimus, cum sine lege
loquimur). ‘Şeref ve namus’unuz üzerine koruyacağınıza ve
uyacağınıza ilişkin ant içtiğiniz Anayasa da böyle der. (m. 138/1).
Yasa’mız (CYY, m. 217) ve iki bin yaşını aşan Roma hukukundan bu
yana hukuk da böyle der: Yargıçlar için duruşmada tartışılmayan ve
‘dosyada bulunmayan şey(ler), yeryüzünde yoktur’ (quod non est in
actis, non est in mundo).
HUKUK, DEDİKODULARLA UĞRAŞMAZ; GEVEZELİK YAPMAZ
Yanlışlar bulaşıcıdır ve gebedir, Sayın Başbakan. Her yanlış yeni
yanlışlar doğurur. Dördüncü yanlışınız, tam da bu noktada ortaya
çıkıyor. Yargıya başvurmaktan kaçınarak, kimler olduğunu bir bir
açıklayıp ilgili kuruma verecek yerde, bütün yargıçları, savcıları
meydanlarda binlerinin önünde suçlamanızdır. Yargının tamamı bu
nedenle çok tedirgin. Gerçi kimilerini bu suçlamanın dışında
tuttuğunuzu (tenzih) söylüyorsunuz ama onların kimler olduğu
belirsiz. Sözleriniz dedikodu düzeyinde kaldığı ve böyle bir
belirsizliğe sığındığınız için yargıçlar, savcılar, bu suçlamaları
yargının önüne taşıyamamaktadırlar. Böyle belirsiz ve soyut
genellemeler, dedikodular yapacak yerde onlara olanak tanırsanız ya
da siz yargıya başvurur, iddialarınızı, hukuktan kimlerin
uzaklaştığını ve suçsuzluğunuzu kanıtlarsanız, haklılığın hem
tadını çıkarır ve hem de çok güçlenirsiniz. Ama yargıdan
kaçarsanız, hakkınızdaki iddiaları yaşam boyu sırtınızda bir kambur
gibi taşır; tarihe de öyle geçersiniz. Hukuk, dedikodularla
uğraşmaz; gevezelik yapmaz. Olayı doğrulayan kanıtlarla
uğraşır.
Sayın Başbakan, yargıçlar, yanlı olabilirler, hukuku yanlış
uygulayabilirler, haksız kararlar da verebilirler. Hukukta bunları
düzeltmenin yolları vardır ve bellidir. Ama yargıyı yıpratmak,
devleti çürütüp çökertmek bu yolların arasında yer
almamaktadır.
HANİ DİNLEMELER SİZE GÖRE ‘GENELDİ GENEL?..’
Beşinci yanlışınıza geliyorum Sayın Başbakan. Yandaşlarınız sürekli
şunu dile getiriyorlar: “Dinlemeler yasa dışı.” Evet, bu yalnızca
doğru değil, dahası ahlaksızca ve de suç (TCY, m. 132 vd.). Daha
önce de buna değindim, hukuksal yolu da gösterdim. Ama üzüntü
içindeyim. Çünkü ben bu türden dinlemelerin yakın geçmişte açık
hava toplantılarında bağıra çağıra sizce ve yandaşlarınızca iştahla
el âleme duyurulduğunu anımsıyorum. Şimdi sizin ve yandaşlarınızın
başlarına aynı felaket gelince bağırıp çağırmaya başlamanızı hiç mi
hiç anlayamıyorum. Lütfen beni aydınlatın ya da anlayın. Hani
bunlar size göre “geneldi, genel!” Bunları düşününce gerçekten
kahroluyorum, herkes gibi. Hele bir başkasının felaketine etekleri
zil çalarcasına sevinmek, çok acımasız değil mi? Gerçekten bu nasıl
bir duygudur, olan bitenleri bizlere akılcı ve sağduyulu
gerekçelerle açıklayabilir misiniz Sayın Başbakan? Beş yıl önce
bütün gemileri yakmak, şimdi ise fırtınadan kurtulabilen gemilerin
hukuk limanına sığınması için çabalamak. Ve de bu yaman çelişkinin
altında ezilmek. Hele o talihsiz Kastamonu konuşmasından sonra
sanırım yara alan siz de yaptıklarınızdan pişman olmuşsunuzdur ve
bu konuda başkalarını eleştirme hakkınızı yitirdiğinizin
farkındasınızdır. Şunu hiçbir zaman unutmayın Sayın Başbakan,
çelişkiler birbirini yok eder, ortada yaslanacak hiçbir gerekçe
kalmaz.”
CİHAN
Yorumlar