'Leyla Halid ve HDP' konusunda kafası karışanlara iki yazı önerisi

Son günlerde terör örgütü PKK'ya yakın siteler tarafından özellikle "Filistin Direnişinin Sembol İsmi" denilerek parlatılarak öne çıkarılan Leyla Halid'in HDP kongresindeki konuşmasının bazı genç Müslümanların özellikle de milliyetçi muhafazakar kesimden gençlerin, Filistin konusundaki düşüncelerine olumsuz etki ettiği belirtiliyor. Filistinli bir ismin HDP'ye destek vermesinin verdiği kafa karışıklığına en güzel cevabı İsmail Kılıçarslan ile Taha Kılınç'ın kaleme aldığı iki yazıda bulabilirsiniz. İşte o iki yazı:

Google Haberlere Abone ol
'Leyla Halid ve HDP' konusunda kafası karışanlara iki yazı önerisi

Sonhaberler.com | Haber Merkezi

Filistinli Leyla Halid'in HDP kongresinde yaptığı konuşma, daha sonra Türkiye'yi İsrail'e benzetmesi, özellikle Filistin davasını detaylı bilmeyen muhafazakar gençlik tarafından şaşkınlıkla karşılanmış durumda. Öyle ki, bazı muhafazakar gençler, Leyla Halid'in bir Müslüman Filistinli sanarak Ümmetçilik kavramını bile eleştirmeye başladı. Yaşanan kafa karışıklığına ışık tutacak en güzel detaylar Yazar İsmail Kılıçarslan ile Yazar Taha Kılınç'ın yazısında: 

İsmail Kılıçdarslan: Leyla Halid ve HDP (Yeni Şafak, 13 Şubat 2018, Pazartesi)

Meğer ne çok fırsat kollayan varmış arkadaş. Türklerin, Müslüman Türklerin Filistin’i, Kudüs’ü sevmelerinden nefret eden ne çokmuş.

Hadi Kemalist oligarşiyi, ulusalcıları falan anlayalım. Zaten meseleye Fransızlar... Ama yahu, “bizim” dediğimiz arkadaşlarımız bile Leyla Halid üzerinden “işte bu İslamcıların sahip çıktığı Filistin davası budur. Besle kargayı, oysun gözünü” falan dediler. İnsaf, izan ve akıl diliyorum.

Sahi, meseleyi baştan anlatmam lazım değil mi?

Malumunuz, HDP isimli partinin kongresi vardı hafta sonu. İşte yeni eş başkanlar falan seçtiler. “HDP çok güzel değil mi ya, barış marış” diyecek safdiller için Sezai Temelli, Kandil’le ilişkileri yürütmek için de Pervin Buldan eş başkan oldu. Sırrı Süreyya Önder de “Apo yoldaş”a selam sarkıttı falan. Standart bir HDP kongresi idi yani. Hatta o denli standarttı ki Filistin davasının 70’li yıllardaki sembol isimlerinden Leyla Halid de oradaydı.

“Standarttı” diyorum, zira HDP’nin, daha doğrusu siyasal Kürt hareketinin Leyla Halid’le buluşması ilk değil. Misal 2013’te Diyarbakır’da düzenlenen Ortadoğu Kadın Konferansı’na damgasını iki Leyla’nın kavgası vurmuştu. Leyla Zana “Filistinliler özgürlük içerisinde yaşasınlar ama İsrail de yok olmasın yani” gibi sözler etmiş, Leyla Halid de “İsrail yok olmalıdır. Zana’ya katılmıyorum” falan gibisinden konuşmuştu da eğlence çıkmıştı.

Kimdir peki Leyla Halid? Corc Habaş’lı, Wadie Haddad’lı Filistin Halk Kurtuluş Cephesi isimli örgütün üyelerinden biri. Örgüt Marksist idi. 70’li yıllar boyunca uçak kaçırmalar, şok baskınlar, suikastlar gibi olaylarla isimlerini çok fazla duyurmuşlardı. Yine o yıllarda Türkiye’den “aşağıya” inen Marksistlerin silahlı eğitimlerini de üstleniyorlardı.

Leyla Halid, cesur kadındı. Amerikan uçağını Şam’a indirip pazarlıkla serbest kalması, bir başka uçak kaçırma olayının ardından yine pazarlıkla salıverilmesi falan onu Filistin meselesinin sembol isimlerinden biri haline getirmişti.

Leyla Halid’i en çok çocukluğumda hem Hacıbayram’da hem de Tunalı’da satılan siyasi içerikli kartpostallardan hatırlıyorum. Siyonizm’le mücadele eden saygın bir savaşçıydı benim nazarımda.

Sonra… Sonra köprünün altından çok sular aktı. Halid, Arafat’ı “demokratik olmamakla” falan suçlayarak marjinalleşti. Filistin meselesinin merkezine Fetih ve Hamas yerleşti. İş öyle bir yere geldi ki FHKC, bir çeşit “eski tüfek Marksistler kulübü”ne dönüştü falan.

Türkiye Cumhuriyeti Abdullah Öcalan’ı paketleyince Leyla Halid, bir çeşit Marksist dayanışma duygusuyla elbette, “Abdullah Öcalan serbest bırakılmalıdır” kampanyası başlattı.

Doğrusu bu ya, Leyla Halid’i Apo’ya verdiği destekten çok önceleri silmiştim defterimden. Zira açıktan PKK destekçiliği yapıyordu. Hatta PKK’lıların sıkça yaptığı “Kürdistan Filistin, TC İsrail’dir” benzetmelerinin zeminini de yine Leyla Halid ve arkadaşları sağlıyordu uluslararası arenada.

İşte bu hafta sonu da HDP’nin kongresinde “Afrin’deki savaşa karşı sesimizi sizlerle yükseltiyoruz” dedi Leyla Halid. Ya ne diyecekti?

Bence buraya kadar her şey normal… Normal olmayanı ise yazının girişinde bahsettiğim koronun goygoyu.

Yahu bizim, yani Müslüman Türklerin, -ya da hadi senin de gönlün olsun- Türkiyeli Müslümanların Filistin ve Kudüs davalarına verdiği destek Leyla Halid’le mi başladı ki onunla bitsin? Türkiye Leyla Halid’i besledi mi ki Leyla Halid’in yaptığını “besle kargayı oysun gözünü” sözüyle izah edelim? Dahası vaktiyle Filistin meselesine verdiği katkılar üzerinden saygı duyduğumuz biri sonradan böyle çirkinliklere imza atınca “olmaz, vaktiyle saygı duyuyorduk, hala saygı duymak zorundayız” demek gibi mecburiyetimiz mi var?

Allah göstermesin, asla demezler, ama diyelim yarın Halid Meşal, İsmail Heniye falan “Afrin’de teröristleri destekliyoruz” açıklamaları yapsalar Filistin ve Kudüs hassasiyetimizde bir değişim mi olması gerekiyor? İsme mi bağlı bu işler? Sözgelimi İsa Yusuf Alptekin’le, Osman Batur’la mı kayıtlıydı Doğu Türkistan hassasiyetimiz?

Ölçümüz nettir: Mazlumiyet ve mağduriyet bitinceye kadar her durumda, her şeye rağmen destek. Bunun nesini anlamıyorsunuz yahu?

 

Taha Kılınç: Leyla Halid vakasına dair (Yeni Şafak, 14 Şubat 2018, Çarşamba)

 Çocukluğumun geçtiği Mersin’in Anamur ilçesi, ‘taşra’ kavramının her anlamda ifadesiydi: Merkeze uzak, insanların kendi küçük dünyalarında yaşadığı, yerel kültürün baskın olduğu… Babam, kuruluşundan kapatılışına kadar, Refah Partisi’nin ilçe başkanlığı görevini yürüttü. Maddî hiçbir getirisi olmayan (hatta fazlasıyla maddî götürüye yol açan), sadece “dava şuuruyla” yapılan bir işti bu. O dönemde “dava”, para kazandıran ya da makam-mevkie erdiren bir şey de değildi zaten.

Babamın, her türlü kitaba yer açtığı kocaman bir kütüphanesi vardı. “Her türlü” deyişim boşuna değil. 1980’lerde Müslüman camianın ürettiği her ne varsa, bize bir şekilde ulaşırdı. Sonra, İslâmî dergiler: Cuma, Yörünge, Kadın ve Aile, İslâm, Vahdet, Altınoluk, Mektup… Bunlardan sonuncusunun, aynı zamanda Anamur bayisiydi babam. Bir Akdeniz kasabasında, Mektup dergisinin satış rekorları kırmayacağını rahatlıkla tahmin edersiniz. Her ay sonunda, satılmayan -ama babamın parasını PTT yoluyla İstanbul’a peşinen yolladığı- dergiler, öbek öbek kütüphanemizde birikirdi. Anamur sokaklarında, yoldan geçen vatandaşa Mektup dergisi satmaya çalıştığım günleri bile hatırlarım.

Babamın kütüphanesindeki bütün o kitap ve dergiler, gözlerden uzak bu taşra kasabasına, İslâm dünyasının bütün dertlerini ve gündemlerini taşırdı. “Afgan Cihadı”nı, “Filistin İntifadası”nı, “Hama Katliamı”nı, “Kâbe Baskını”nı ve daha birçok şeyi, çocuk yaşımda o kaynaklardan okudum ilk defa.

Sadece okumakla kalınmazdı elbette. İşin aksiyon boyutu da vardı. Her perşembe akşamı tefsir dersi için bir araya gelen babam ve arkadaşları, biz çocuklar ortalıkta koşuştururken, bir yandan da İslâm dünyasının gündemini tartışırlardı kendi aralarında. Sohbetler ve konuşmalardan, salon toplantılarına ve yıldönümü törenlerine de geçilirdi. Anamur’un tek sinema salonunda Minyeli Abdullah gösterimlerinden tutun, Filistin ve Bosna için düzenlenen -az katılımlı- gecelere, bir avuç samimi mü’min, inandıkları davanın sesi olmaya çalışırdı. “Afgan dağlarında kar kucak kucak” ilahisini söylerken gözleri dolan bir abla vardı mesela; çocukluğumun en unutulmaz simalarındandır.

İlkokulu bitirip de ortaokul ve liseyi okumak üzere İstanbul’a geldiğimde, artık daha farklı bir iklime adım atıyorduk. Hem Türkiye, hem dünya değişmeye başlıyordu. Çocukluğumda içinden geçtiğim “İslâm kardeşliği ve ümmeti” koridorundan artık başımı çıkardığım, okumalarla yeni ayrıntıları da seçmeye başladığım, hafiften tatsız bir dönemdi bu. Tatsızdı, çünkü bazı şeylerin hiç de hayal ettiğim (veya çocukluğumda çizildiği) gibi olmadığını fark ediyordum.

Her şeyden önce, hayalini kurduğum “yekpare İslâm dünyası” yoktu. Hatta düşündüğüm şekliyle bir “ümmet coğrafyası” dahi yoktu. Lisede, hafiften ciddi tarih okumalarıma başladığımda, geçmişin çoğu döneminde yaşandığı üzere, yine paramparça olduğumuzu görmüştüm hayretler içinde. Filistin mesela, sadece “İsrail zulmü”nden ibaret değildi. Filistin içindeki çeşitli fraksiyonlar, bunların biribiriyle mücadeleleri, dünya görüşü ve ideoloji temelli ayrılıklar, İslâm ülkelerinin meseleye yaklaşımlarındaki farklılıklar v.b. yeni okumalarla netleştikçe, karşımdaki manzaranın, muhayyilemde canlandırdığımdan çok daha karmaşık ve kaotik olduğunu anlatıyordu. Aynı şey Afganistan, Suriye, Mısır ve diğer ülkeler için de fazlasıyla geçerliydi.

Bu gerçeklikle yüzleştiğim günden bu yana, içimde sürdürdüğüm bir mücadele var: Mevcut şartların olumsuzluğuna takılıp kalmadan ama gerçeklerden de kaçmadan, ideal kıvama ulaşma yolunda gayretten geri durmamak... Zaman zaman zihnimde canlı tutmakta zorlandığım, ama kesinlikle “en doğru hedef” olduğunu bildiğim bir şey bu. Son günlerdeki yaygın tabirle: “Kızılelma” adeta.

İdeal kıvamdan anladığım da şu: Daha adaletli, daha onurlu ve daha huzurlu bir dünya. Bir Müslüman olarak, mensubu olduğumuz İslâm coğrafyasında hangi olumsuzluklar yaşanırsa yaşansın, her birimizin bu hedefi gerçekleştirmek için çalışma mecburiyeti bulunuyor. Önce manzarayı çok iyi analiz edeceğiz ve malzemeyi göreceğiz; ardından, “Buradan ne çıkarabiliriz?” diyerek yola devam edeceğiz.

Tüm bu satırları, Leyla Halid’in HDP kongresinde Türkiye’yi İsrail’le eşleştiren konuşmasına gösterilen şu tepki nedeniyle yazdım: “Bizim kendimizi paraladığımız Filistin davasının temsilcileri bunlar ha? Artık ümmete de ümmetçiliğe de inanmıyorum! Lânet olsun!”

Dün, İsmail Kılıçarslan Ağabey, “İşte beğendiğiniz Leyla Halid!” diyenlere cevap olarak çok güzel bir yazı yazdı. Leyla Halid’in zaman içindeki değişim ve dönüşümünü, nereden nereye geldiğini, çizgisini ve bu çizgi içinde Türkiye’yi itham edişinin hiç de sırıtmadığını harika özetledi. İsmail Ağabey’in yazısındaki ana fikri, ben de “ümmetçi değilim artık!” diyenlere uyarlayacağım:

Eğer “ümmet” deyince Leyla Halidleri anlıyorsanız, zaten ilk düğmeyi yanlış iliklemişsiniz demektir. Hayal kırıklığına uğramadan ya da öfkelere kapılmadan önce, “ümmet” kavramınızı tutarlı ve gerçeklere uygun bir şekilde revize ederseniz, kalp sağlığınız açısından faydalı olur. Etmezseniz, o zaman ortaya çıkan her “aykırı” açıklamada bir başka köşeye savrulur, rüzgârın önündeki bir yaprak gibi, nerde duracağınıza kendiniz karar veremez hale gelirsiniz.

 

Yorumlar

demir bu kadın sapıtmış olmalı yahuttaa hdp li aftozu var