Kılıçdaroğlu'nun danışmanı Şükrü Karaca, Gölbaşı’nda toprağa verilecek
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun vefat eden danışmanı Şükrü Karaca yarın toprağa verilecek.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun vefat eden danışmanı
Şükrü Karaca yarın toprağa verilecek.
Gece kalp rahatsızlığı sebebiyle Dikmen’de bulunan 29 Mayıs
Hastanesi’ne kaldırılan Karaca, müdahalelere rağmen kurtarılamadı.
Karaca'nın cenazesi, yarın öğle namazını müteakiben Kocatepe
Camii'nde kılınacak cenaze namazından sonra Ankara’nın Gölbaşı
ilçesinde toprağa verilecek.
Karaca'nın ölüm haberini alan CHP Genel Başkan Yardımcısı Haluk
Koç, Ankara Milletvekili Levent Gök ve Genel Başkan
Kılıçdaroğlu'nun danışmanı Rasim Bölücek, vefat ettiği 29 Mayıs
Hastanesi'ne geldi. Karaca'nın Dikmen'deki evinin önünde de taziye
çadırı kuruldu.
Şükrü Karaca, 1956 yılında Tokat-Reşadiye’nin Kabalı köyünde doğdu.
Öğretmen okulunu bitirdi. İlkokul öğretmenliği sırasında hukuk
fakültesinde okudu, avukatlık yaptı. Edebiyatçı kimliği ile tanınan
Karaca, 28 Şubat sürecinde DYP Eski Genel Başkanı Tansu Çiller'in
danışmanlığını yaptı. Diyanet'in na't yarışması ikinci, münacat
yarışmasında ise birinci oldu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın
teknik kadrosunu yakından tanıyan Şükrü Karaca, bir süredir CHP
Genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun siyasi danışmanlığını
yapıyordu.
TÜRKÖNE: KARACA, 28 ŞUBAT DÖNEMİNDE ÇİLLER'İ DİRİ TUTUANLARDAN
BİRİSİDİR
Karaca'nın yakın arkadaşlarından gazeteci yazar Mümtaz'er Türköne,
"Karaca, 28 Şubat döneminde darbecilere karşı Tansu Hanım'ın
yanında duran ve onu diri tutan isimlerden birisidir." diyerek
Allah'tan rahmet diledi.
Mümtaz'er Türköne, "Benim çok eski arkadaşımdı. Milliyetçi Hareket
Partisi (MHP), Ülkücü kesimden gelen bir isim. 12 Eylül öncesi
Ülkücü kimliğiyle Tokat'ta gençlik liderliği yapmış bir isim
'Dünyayı dolduran kiraz' romanı güzel bir romandır. Çok meşhur olan
ve ödül aldığı bir naat şiiri var. Sair ve romancı kimliğiyle de ön
plandaydı. Bu naat şiiriyle Türkiye Diyanet Vakfı'nın yarışmasında
birinci oldu." dedi.
Şükrü Karaca ile 28 Şubat döneminde Tansu Çiller'e danışmanlık
yaptıklarını hatırlatan Türköne, "28 Şubat döneminde darbecilere
karşı Tansu Hanım'ın yanında duran ve onu diri tutan isimlerden
birisidir. Şükrü Karaca'yı, zekasıyla, birikimiyle mütenasip
mevkilere makamlara gelememiş bir adam olarak tanıdım. Çok genç
yaşta kaydettik. Allah rahmet eylesin." diye konuştu.
Mümtaz'er Türköne, şöyle devam etti: "28 Şubat sürecinde
Ülkücülükten gelen çok sert ve sağlam duruşunu çok iyi
hatırlıyorum. Şükrü Karaca bir fıkra anlatırdı. Tansu Çiller o
zamanlar Mesut Yılmaz'ın açtırdığı meclis soruşturmalarından
mustaripti. Yüce divana gitme endişesi vardı. Anavatan Partisi
sürekli Tansu Çiller'e meclis soruşturması açıyordu. Bu dönemde
Şükrü Karaca'nın Tansu Hanım'a anlattığı bir fıkra vardı, onu
sizinle paylaşayım. Adamın biri kendini darı zannediyormuş.
Psikiyatrise tedavi olmuş. Tam iyileşip darı olmadığına inanmış.
Hastaneden çıkarken doktora 'peki tavuklar benim darı olmadığımı
biliyor mu' demiş. O günlere mütenasip bir fıkraydı."
Kendisi kabul etmese de bazıları tarafından '28 Şubat’ın kara
kutusu' olarak adlandırılan Şükrü Karaca, Şubat 2009'da Aksiyon
dergisinden Muhsin Öztürk'e konuşmuştu. Şükrü Karaca, Öztürk'ün
sorularını şöyle cevaplamıştı:
-Türkiye’de bütün askerî müdahaleler bir şekilde Amerika ile
ilişkilendiriliyor. Zeyno Baran, 28 Şubat için “Ben o sırada
Amerika’daydım, orada böyle bir mevzu yoktu.” diyor. Öyle midir
gerçekten?
En azından şunu söyleyebiliriz: Belki birlikte tasarlanmış bir
operasyon değildi; ama Amerika, 28 Şubat’a karşı da çıkmadı. Bu
olayda hareketsiz kaldılar. Bu da 28 Şubatçılar için yeterliydi. Ne
Avrupa ne de Amerika demokrasiye sahip çıktı o zamanlar.
-Sükût ikrardandır mı demek istiyorsunuz?
Demokratik bir ülkede bir darbeye veya darbe girişimine itiraz
etmiyorsanız, onu destekliyorsunuz anlamı çıkar. Dış dünyanın
seyirci kalması sonuç itibariyle desteklemesinden farksızdır.
-İstanbul sermayesi ve medyası bu süreci destekledi, bugün sıklıkla
demokrasi vurgusu yapsa bile…
Tabii Türkiye’de herkesin bir demokrasisi var. Ama biz hâlâ Şarklı
bir ülkeyiz, bizim sermayemiz de Şarklı bir sermaye, aydınımız da
Şarklı bir aydın. Kendi demokrasimizi istiyoruz her zaman. Bizi
iktidara taşıyan demokrasiyi istiyoruz. Ötekine yer veren bir
demokrasi istemiyoruz. Ki Erbakan ciddi anlamda ötekiydi. Hem
sistem açısından hem de sistemin aktörleri açısından ötekiydi.
-Niye sermaye kesimi bundan bu kadar rahatsız oldu?
Türkiye’de servet transferleri siyaset yoluyla yapılır. Ticari
faaliyetin kendisi bugün ikinci derecede etkilidir. Yani sofraya
yeni ve yabancı bir aktörün taşınmasından korktular. Hangi iktidar
gelirse gelsin onun etrafını kuşatabilen ve onunla bir şekilde
entegre olabilen gruplardır bunlar. Ama onlara Refah Partisi çok
aykırı geldi. Ortak bir dil geliştiremiyorlardı. Ve bundan
kurtulmak istediler. 28 Şubat’ı İstanbul sermayesi icat etti
demiyorum. 28 Şubat zaten alttan alta oluşan, gelişen bir
reaksiyondu. Sermaye buna yandan deksek oldu, eklemlendi bir
şekilde.
-1996’nın ortalarında Tansu Çiller’in danışmanı oldunuz. Bu iş
kötüye gidiyor, dediğiniz nokta ne zamandır?
Sayın Demirel’in bütün üniversite açılışlarına katılarak laikliğe
vurgu yapan, ‘laikliği korumalıyız’ tarzında açıklamaları vardır.
Rahmetli Ecevit çıktı, “Devlet bunalımı var.” dedi, Mesut Yılmaz da
“Bilgiye dayalı olarak konuşuyorum, çok kötü şeyler olacak.” dedi.
Ki bunun ardından Tansu Hanım’la Demirel arasında mektup teatisi de
olmuştu. “Rahatsızlığınızla ilgili somut konu nedir, onu söyleyin,
biz derhal takip ederiz.” diye. Demirel de ‘şahsen benim
rahatsızlığım yok, ben rahatsızlığı olanları yatıştırmaya
çalışıyorum’ mealinde bir cevap verdi. Ecevit ve Yılmaz da benzer
şeyler söyledi ve olay bir süre unutuldu. Sonra Susurluk çıktı.
Susurluk’a karşı yapılan gösteriler bir müddet sonra Refah Partisi
aleyhine dönüştürüldü. Aydınlık için bir dakika karanlık falan.
-O gösterileri nasıl yorumluyorsunuz?
Onun ardında bir toplum mühendisliği olduğunu düşünüyorum. Devlet
içindeki çeteleşmelere karşı yürütülen bir kampanya birdenbire
devlet içindeki bir tür çetenin kontrolüne girdi. Susurluk’un
ardından oluşan algıları böyle bir şeye dönüştürdüler. Tam da bu
arada Çankaya’ya, Taksim’e cami; birtakım tarikat liderlerine
Başbakanlık’ta iftar yemeği sorunları çıktı. Ateşe benzin döken bir
iki uygulaması oldu Başbakan’ın. Ondan sonra işin rengi değişti. İp
koptu, toplum mühendisliği ivme kazandı.
-Susurluk’a karşı oluşan tepkide bir mühendislik var yani…
Toplumda Susurluk’la ilgili uyanan reaksiyon alındı ve laiklik
tehdit altında şeklinde yeni bir algıya dönüştürüldü.
-Susurluk ile ilgili Tansu Çiller’e yönelik bir yığın iddia ortaya
atıldı. Size göre Çiller Susurluk’un neresindeydi?
O günkü kampanyaların bir hedefe yönlendirildiğini görüyoruz: Tansu
Çiller’i Susurluk kavramının ortasına yerleştirmek. Peki, bu doğru
muydu? Bakınız, siyaset arenasında bir hadisenin gerçekte ne olduğu
başka bir keyfiyettir; onu, kimlerin hangi amaçla ne şekilde
speküle ettikleri başka bir keyfiyettir. Bana göre Susurluk
kampanyaları, meselenin gerçek mahiyetinden uzaklaşan bir yorumla
ilgisiz kişileri töhmet altında bırakmaya yönelik bir amaçla
başlatıldı ve yürütüldü.
- ‘Kaza değildi’ mi demek istiyorsunuz?
Kazaydı da diyemem, değildi de diyemem. Ancak kazanın arkasından
ortaya çıkan fotoğraf çok çarpıcıydı ve herkesin buna kendince bir
alt yazı yazmasını tahrik ediyordu. Çünkü toplum psikolojisini
yönlendirmede bu tür fotoğraflar çok önemlidir. Böyle bir fotoğraf
olmadan, “Çatlı’yla Sedat Bucak’ın, Sedat Bucak’la Hüseyin
Kocadağ’ın ilişkisi var; bunların hepsinin de Ağar’la ilişkisi
var.” denseydi, bu o kadar çarpıcı olmazdı. Toplumu bu kadar
sarsmazdı.
-Spekülasyonları bir tarafa bırakırsak işin özünde ne vardı?
Sanırım devletin operasyonel kuruluşları arasında bir derin
anlaşmazlık vardı. Bir taraf diğer tarafı tasfiye etmek istiyordu.
Onların amacı herhâlde buydu; ama iş burada kalmadı.
-Bu fotoğraf ne işe yaradı?
Birdenbire her türlü iddiaya inandırıcılık kazandırdı. Toplum,
çeteler tarafından kuşatıldığına inandırıldı. Bunların dönemin
başbakanı tarafından yönlendirildiğine ve yönetildiğine
inandırıldı. Bazı kesimler teröre karşı uygulamaya konan 93
konseptinin rövanşını alma ve o mücadeleyi töhmet altında bırakma
ve buradan hareketle devletin meşruiyetine gölge düşürme fırsatını
yakaladı.
-Peki, bu olayın hiç mi karanlık ve şaibeli bir tarafı yoktu?
Nasıl yok diyebilirim! O fotoğraf tek başına bir şeyler söylüyor
zaten. Ama o gün iddia edildiği gibi devletin çeteler tarafından
ele geçirildiğine, yani topyekûn çeteleştiğine inanamam. Böyle şey
olmaz. Her dönemde kamu görevlileri çizgi dışına çıkmışlardır,
çıkabilirler. Bugün de böyleleri vardır. Devlet bunları bir şekilde
ayıklamaktadır. Zaten devlet çete olduysa o zaman öldük
demektir.
SUSURLUK KAMPANYASINI 28 ŞUBATÇILAR YÖNETTİ!
- ‘Toplum çetelerle sarıldı, fotoğrafı bu’ diyen, proje üreten, bu
algıyı meydana getiren, malum kampanyaları yönetebilen daha üst bir
akıl olması gerekir o zaman?
Tabii ki. Yönetildi zaten bu.
-Bunu kim yönetti? Devlet mi?
Hayır, bunu 28 Şubat’ın kurmayları yönetti. O dönemde yapılan bir
10 Kasım töreni vardı. 1 milyon insan yığdılar Ankara’ya. Bu
psikolojik harekâtla oluşmuş bir şeydir. Susurluk’la alakalı değil;
ama bir kere toplumun ayranı kabartıldı. Toplum yerinden oynatıldı,
mobilize edildi, ondan sonra gerisi kolaylaştı zaten. Toplumu kendi
seçtiği iktidara karşı motive edebildiler. Susurluk’ta çıkan
fotoğraf ustaca ve kurnazca kullanıldı. Tabii buna sivil unsurlar
ellerinden gelen katkıyı sağladılar. Başta medya, sermaye grupları,
partilerin hepsi… “Hop bir dakika! Ne oluyor?” diyen çıkmadı.
Herkes bu rüzgâra bir şey katmaya çalıştı. İtiraz eden sadece
hükûmet kaldı.
-28 Şubat postmodern darbesi aslında tam anlamıyla bir toplum
mühendisliğiydi herhâlde. Ali Kalkancı, Fadime Şahin vs...
Fatih’teki sarıklı, cübbeli iki adam ile çarşaflı iki hatunu ekrana
taşır, bütün Türkiye’yi sarıklılar, çarşaflılar istila etmiş gibi
gösterebilirsiniz. Sayıları 50-100’ü geçmeyen meczup kılıklı
Aczimendileri dakika başı milletin gözüne sokar, Türkiye onlar
tarafından işgal edilmiş imajını oluşturabilirsiniz. Ali Kalkancı
gibi ne idüğü belirsiz bir herifin etrafına adam toplamasına göz
yumar, sonra onun şahsında belli bir toplumsal kesimi rahatlıkla
karalayabilirsiniz. Modern devletin elindeki aygıtlar, kendi
vatandaşıyla top gibi oynaması için yeterlidir bana göre. Farklı
bir kesime karşı bugün de aynı şey yapılıyor. Bana göre bugünkü
Ergenekon spekülasyonlarının 28 Şubat öncesindeki irtica
kampanyalarından teknik olarak hiçbir farkı yok.
-Modern devlet bunları yapabilecek güçte dediniz…
Elindeki mekanizmalar, enstrümanlar o kadar zengin ki bugünkü
yöneticilerin yanında eskinin kralları âciz kalır. Modern devlet,
insanların rüyalarını bile kontrol edebilen bir devlettir. Biz açık
toplum olduk dedikçe devlet insanlık tarihinde hiç olmadığı kadar
güçlenmiştir. Teknoloji ona bu imkânı veriyor.
-Susurluk olayı Tansu Hanım cephesinde nasıl algılandı?
Böyle bir olay ortaya çıktığında yapılması gereken şey, yetkili
kurumları harekete geçirmektir. Bunlar eksiksiz yapıldı. Üstelik o
fotoğrafla ilişkilendirilen İçişleri Bakanı bile soruşturmanın
selameti açısından görevden alındı.
-Görevden alındı mı, istifa mı etti?
Görevden alındı. Resmî işlem istifa gibi görünse de bu bir görevden
alma idi. Sayın Çiller ortaya çıkan tablonun gereğini yapmıştır.
Meclis gereğini yapmış, yargı gereğini yapmış; ama insanlar bununla
hiçbir şekilde yetinmemiş, Kızılay’dan Çankaya’ya kadar
darağaçlarının kurulmasını istemişlerdir. Burada histerik bir
taleple karşı karşıyayız. Zaten Susurluk’taki ilişki ağının
örgütün, çetenin veya her neyse onun açığa çıkarılamayışının temel
sebeplerinden biri, herkesin hadisenin kendisini bırakıp peşinen
Tansu Çiller’i baş suçlu ilan etmesidir. Oysa siyasi aktörler, emri
altındaki bürokratlarla bu tür ilişkilere giremezler. Bu, onların
göze alabilecekleri bir risk değildir.
-Biraz da aktörlerden konuşmak gerekirse; mesela Cumhurbaşkanı
Süleyman Demirel...
Biz o zaman Süleyman Demirel’e bir hayli haksızlık etmiştik. 28
Şubat’ta onun belirleyici rol oynadığını falan düşünüyorduk.
Sonraları ben şahsen anladım ki Sayın Demirel aslında uyarıcı bir
rol oynamış. İçeride gördüğü rahatsızlığı kendi üslubuyla dışarıya
vuruyormuş. Onunkisi bir erken uyarıydı. İş çığırından çıktıktan
sonra olayın fiili bir darbeye gitmemesi için Yalım Erez’e hükûmet
kurma görevi vermesi gibi bir sürü numaralar çekti; hoşumuza giden,
gitmeyen…
-Çevik Bir, 28 Şubat’ın bir numaralı aktörü olarak sunuldu.
Yanlış. Çevik Bir, bir numara olacak yetenekte bir adam değil. Ama
bulunduğu pozisyonu iyi kullandı, rol çaldı.
-Bayağı da korkutucu bir figürdü. O rolünü iyi oynadı. Genelkurmay
Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’nın pasif bir komutan olmasını iyi
kullandı, onun önüne geçti. Aslında biz biliyoruz ki ikinci
başkanlar bu kadar öne çıkmazlar, çıkamazlar.
-Peki Genelkurmay Başkanı Karadayı, 28 Şubat’ın neresinde?
Karadayı ite kaka bu işe sokuldu. Karadayı gönülsüz olduğu için
işin sorumluluğunu Çevik Bir’e havale etmek işine geldi. Nitekim
bugün insanların zihninde olumsuz ve sevimsiz bir Çevik Bir imajı
var; ama Karadayı bakımından kayda değer bir şey yok.
-Karadayı ite kaka sokuldu, Çevik Bir rol çaldı; peki bu işin
sahibi kim?
Belki şunu söyleyebiliriz; o günkü Genelkurmay’ın komuta
birimlerinin mutfağına hâkim olan cuntamsı bir yapı. Bunu
söyleyebiliriz. Ama bu yapı sonra tasfiye edildi. Çünkü başka
şeylere ulaşmaya çalıştılar. İşte, Kıbrıs’ta Kıvrıkoğlu’na sıkılan
mermi bunun açık göstergelerinden biridir. Genelkurmay’ın kendi
içinde yaşanan büyük çalkantılar, büyük tartışmalar. Çünkü bu
cuntanın nihai amacına ulaşabilmek için olağan terfi sistemini
bertaraf etmesi gerekiyordu. Onunla oynayamadılar. Onunla
oynayamayınca nihai amaçlarına ulaşamadılar.
-Erol Özkasnak da mı öne çıkan bir isimdi?
Erol Paşa kendini kontrol etme sıkıntısı olan bir kişiydi. Dönemin
havasına kendini fazla kaptırmıştı. Sonuçta da genç yaşta emekli
oldu. Ben daha işin başında arkadaşlarıma bunlar tasfiye olurlar
dediğimi hatırlıyorum. Nitekim, TSK bunları er geç kusacaktı ve
kustu.
- 28 Şubatçılara dönük ilk tasfiye askerin içinde gerçekleşiyor
yani?
Tabii ki. Kıbrıs’ta atılan mermi, tasfiyenin başlangıcıdır.
Tasfiyeyi kaçınılmaz hâle getirmiştir. Aslında Türkiye’deki pek çok
siyasi zannettiğimiz işin arkasında, askerin kendi içindeki
birtakım unsurları tasfiye etme ihtiyacı yatar.
-Mesela?
AK Parti’ye açılan kapatma davası buna benzer bir şeydir.
-Yani askerin iç sorunu neredeyse AK Parti’nin kapatılmasına yol
açıyordu. Bu ne demek?
Şöyle düşünün; rekabet hâlinde iki takım var ve bunlardan biri
hükûmeti arkasına almışsa, diğer tarafın yapacağı şey, o arkadaki
gücü denklemin dışına itmektir.
-İlker Başbuğ’la görüşen Anayasa Mahkemesi Başkanvekili, aslında
kapatmamaya mı çalışıyordu yani?
11 kişinin 10 tanesi odak olma konusunda hemfikirse ve suçu böyle
tarif ediyor ama yine de kapatma cezası verilmiyorsa burada başka
hesaplar devreye girmiş demektir. Ben onların ne olduğunu bilemem.
Aslında kişilerin pozisyonunun çok da önemi yok. Sözünü ettiğimiz
tasfiye, karşı tasfiye gibi kavramları kişiselleştirmemek gerekir.
Bir siyasetin bir başka siyasetle rekabetidir söz konusu olan. Adı
geçen siyaset askerî siyasettir. İnsanların kişisel hesapları böyle
dalgalar yaratmaz.
GÜÇLÜ BİR HÜKÛMET OLSAYDI 28 ŞUBAT OLMAZDI
-Tekrar 28 Şubat’a dönersek… O dönem güçlü bir hükûmet olsaydı, 28
Şubat olmazdı diyebilir miyiz?
Olmazdı, evet. Bir kere hükûmet içindeki çelişkileri çok iyi
kullandılar. Doğru Yol’la Refah iktidar oldu; ama Doğru Yol’un
içindeki bir kanat bu iktidara karşıydı. 28 Şubatçılar bunu hem
içeride Tansu Hanım’a karşı kullandılar hem de daha sonraki süreçte
bu insanları istifa ettirerek hükûmeti yıkmak suretiyle
kullandılar.
-Sayın Erbakan’ın o dönemdeki tavrı ‘bir şey olmaz’ şeklinde.
Gerçekten ne olup bittiği konusunda fikri yok muydu?
Erbakan çok zeki bir insandı, mutlaka olup bitenleri görüyordu; ama
galiba sorun çözme yöntemi bu soruna uymuyordu. Gerektiğinde alttan
alınır, ip gerilmez, zamana yayılırsa, bizi daha iyi anlamalarını
temin edersek bu iş çözülür diye düşünüyordu; ama bu yöntem
yaşanılan soruna uygun düşmüyordu.
-28 Şubat’ın söylemi, ‘rejim tehlikede, devletin niteliğine yönelik
bir tehdit gelişiyor, önlemeliyiz’ idi. Peki, bu mudur 28
Şubat?
Henüz oluşmamış, kabul edilmemiş bir tehdidi önlemeye dönük bir
hareket olarak kendileri tanımladılar; ama 28 Şubat bu mudur
derseniz, bu değildir tabii. Bir sürü 28 Şubat var. Matruşka gibi.
Açıyorsun içinden başka bir şey çıkıyor, onu açıyorsun yine içinden
başka bir şey çıkıyor.
-Aslında çok karmaşık gibi gözükmüyor!
Bir sürü hesabın kesiştiği noktadır 28 Şubat. Türkiye’deki Gümrük
Birliği’ne karşı lobinin hesapları ile 28 Şubatçıların hesapları
kesişmiştir. O ekibin kurguladığı önleyici misyonla Çevik Bir’in
devlet başkanlığına sıçrama hesabı kesişmiştir. Bütün bunlarla
Mesut Yılmaz’ın yeniden başbakanlığı ele geçirme hesabı
kesişmiştir. Hepsiyle birlikte Süleyman Demirel’in bir dönem daha
cumhurbaşkanlığı yapabilir miyim hesabı kesişmiştir vs… Herkesi de
aynı niyetin içinde değerlendiremezsiniz.
-Siz Çiller’e yakındınız. Çiller bu süreci nasıl yönetti, başarılı
mıydı?
Başarı kelimesini açmak gerekir. O günkü siyasi aktörlerin veya
hükûmet ortaklarının kişisel gelecekleri bakımından nasıl
yönetilmiştir derseniz; başarısız yönetilmiştir. Çünkü siyasi
geleceklerine mal olmuş bu iş. Ülke açısından ise şunu
söyleyebilirim: Sayın Erbakan’ın süreci yönetmeye yönelik bir oyun
planı ve eylemi yoktu. İyice derinleştikten sonra bile bir karşı
duruşu olmadı. Erbakan bir şeyden çok emindi: Ne yaparlarsa
yapsınlar ben kendi küllerimden nasıl olsa yeniden doğarım…
Dolayısıyla süreci yönetme zahmetine girmediler. Süreci yönetme ve
süreçle hesaplaşma zahmetine giren Tansu Hanım’dı.
-Neden?
Bir merkez sağ partisi lideri olarak birçok dengeyi tutması
gerekiyordu, kamuoyu desteğini arkasında tutması gerekiyordu,
toplumun sisteme inancını sarsmaması gerekiyordu, demokrasiye ara
verilmemesini sağlaması gerekiyordu. Pek tabii Tansu Hanım
siyasette kalmak ve mümkünse yine başbakan olmak istiyordu. Bu
çetrefil oyunu oynamak durumunda olan Tansu Hanım’dı. Tansu Hanım
demokrasi mücadelesinin mağlup edilemeyeceğini düşünüyordu.
Yanıldığı tek konu bu mücadelenin semeresini 99 seçimlerinde
alacağına inanması oldu. Seçimden sonra da o çizgisinde kırılma
olmuştur.
-99’dan sonra mı?
Evet. Bir hayal kırıklığı oldu. Acaba ben hata mı yaptım diye
özeleştiri geliştirdi. Oysa hata yapmamıştı, çok doğru bir şey
yapmıştı; ama süreç operasyonel manada devam ediyordu, orada halkın
karşı cepheye oy vermesini bekleyemezdiniz. Çünkü halk çatışmanın
devam etmesini sevmez, onun bir yerde bitmesini ister. Bu çatışmayı
bitirecek adam olarak Ecevit’i getirdiler 99 seçimlerinde. Yani
askeri kışlasına döndürecek, Türkiye’yi tekrar normalleştirecek bir
adam olarak. Nitekim 2002 seçiminde aynı ekip yüzde 1 oy aldı. Halk
28 Şubat’ın rövanşını 3 Kasım 2002’de gördü.
-Gecikmeli olarak...
Gecikmeli değil. Halkın sağduyusu mükemmel işledi. 99’da halk
Fazilet’e yüzde 34 oy verse darbe olurdu. 2002’de AK Parti’ye
verdi, hiçbir şey olmadı; çünkü şartlar değişmişti artık.
-28 Şubat’a cunta diyorsunuz. Siz böyle olduğunu ne zaman fark
ettiniz?
TSK’nın geleneksel davranış kodlarının dışında bir hareketti. Son
derece özensiz, her türlü yanlış anlamaya açık, pervasızca bir
tavrı vardı.
-Herkes mi öyle düşünüyordu, yoksa siz mi?
Ben öyle düşünüyordum. Biraz da askeri içeriden tanıdığım için.
-Nasıl?
Ailemin yarısı askerdir.
-Bu görüşünüzü Çiller’le paylaşıyor muydunuz?
Tabii ki. Zaten Sayın Çiller’in o süreçteki en büyük misyonu, 28
Şubat’ı meşruiyet dışına itmiş olmasıdır. Çiller yüzünden 28
Şubatçılar meşrulaşamamışlardır Türkiye’de. Bunu tek başına Sayın
Çiller sağlamıştır. Sistemin içinden bir lider olarak, bir eski
başbakan olarak ‘kral çıplak’ diyen tek siyasetçidir Çiller.
Bunları unutmamak gerekir.
-Sincan’da tanklar yürüdüğünde nasıl yorumladınız?
Gözdağı vermişlerdi ama bu olay aslında 28 Şubatçıların ne kadar
zayıf olduklarının açık deliliydi. Silahı çeken adam tetiğe
basamıyorsa bir korkusu var demektir.
-28 Şubat’ın karakterini analiz edebilir miyiz?
Karaktersiz bir hareketti. Ne karakteri! Bir sürü sıfat takıldı ama
bunların hiçbiri doğru değildir. Esasen TSK darbe yapmıştır ama
darbeci bir ordu değildir. Bu yönüyle de dünyadaki başka örneklerle
karıştırmamak gerekir.
-Bunu açmak gerekir.
TSK kendince başka çare görmediği durumlarda darbe yapar, ama her
seferinde de yönetimi sivillere devreder.
-Dış dünyanın yönlendirmesi olabileceği iddia ediliyor?
Türk ordusu şunun bunun hesabına böyle bir işe kalkışmaz. Ama
yönetime el koyan her hareket gibi o da dış desteğe ihtiyaç duyar.
Hiçbir darbeci darbe yaptığı gün dışarıdan sen gayrimeşrusun
tepkisini almayı göze alamaz.
-Son birkaç yıl içinde çok spekülasyon yapılmasına rağmen darbe
olmadıysa Amerika destek vermediği için mi?
Bunu ikinci dereceden önemli bir faktör olarak düşünüyorum.
İKİ LİDER DE İSTİFA ETMELİYDİ!
-Birinci derecede önemli olan nedir?
2001 krizinde bütün statülerin yerle bir olmasıdır. Buna Türk
Silahlı Kuvvetleri de dâhil. Ne bakımından? İtibar bakımından, 2001
krizi iflas hâliydi. Kimsenin artık ondan sonra gelen hükûmete
karşı kılını kıpırdatacak takati kalmadı. Kimsenin halkın iradesine
direnecek hâli kalmadı. Siyasete etki etme, nüfuz etme, siyaseti
yönlendirme noktasında kolu kanadı kırıldı herkesin. 3 Kasım
seçimleri bunun ilanıydı zaten.
-Erbakan imzalamasaydı ve istifa etseydi kazanırdı görüşü var.
İstifa edilseydi başka türlü mü olurdu?
İstifa etseydi 28 Şubat derinleşmeden daha kolay atlatılabilirdi.
Bunu bugünkü aklımla söylüyorum. O zaman bizim Erbakan’a
götürdüğümüz seçenek başbakanlığı Tansu Hanım’a devretmesi
yönündeydi. İstifa edin, hükûmeti bırakın diye bir teklif
götürmedik. Şimdiki aklım olsa her iki lidere de istifa etmelerini
tavsiye ederdim.
-Bugün düşündüğünüzde başka neler yapılsaydı 28 Şubat olmazdı?
Bir noktadan sonra pek de bir şey yapamıyorsunuz. Refah Partisi’nin
yüzde 22 oy alarak birinci parti çıkması birtakım güçlerin
balansını bozmuş; bunu başa döndürmek için ne yapabilirsiniz ki!
Refah Partisi’nin bizatihi varlığı rahatsızlık yaratıyor. Bu
rahatsızlığa karşı vereceğiniz teminatların da bir yatıştırıcı
etkisi olmuyor. Parlamento bir bütün olarak rejime sahip çıksaydı,
böyle bir şans vardı. “Hükûmet değiştirmek senin işin değildir,
bizim işimizdir. Siyaset bunu halleder, oturun yerinize!”
denilebilseydi ağız birliği hâlinde, mümkün olabilirdi. Zaten bizim
Meclis’imizin bu manada bir kurumsal iradesi yoktur. Erbakan
liderleri tek tek ziyaret etti, destek istedi. Kendisine
‘istenmiyorsun, git’ dediler. Lafa bak!
-Bunu Erbakan’ın meselesi olarak mı gördüler?
Türk siyaseti önündeki ilk adıma bakar, onun icaplarını yerine
getirir. Sonraki adımı düşünmeyi sonraya bırakır. Hele bir
Erbakan’dan kurtulalım mantığı ağır bastı, gerisini sonra
hallederiz dediler.
-Asker, Mesut Yılmaz’ı tercih etti ama onunla da işler yolunda
gitmedi.
Gidemezdi çünkü 28 Şubatçıların dayatmalarını halktan oy isteyecek
bir adamın yerine getirmesi mümkün değildi. Siz memleketi
fişlemişsiniz; irticacı sermaye, irticacı okul bilmem ne, bunların
hepsini kapat diyorsun. Hem hukuk içinde kalacaksın hem de bunları
yapacaksın, bu mümkün değildi.
ASKERİN ANTİ-AMERİKANCILIĞI AMERİKA İÇİN KRİTİK BİR SORUN!
-Hem ordu içinde hem de siyasal alandaki huzursuzluklarla
Türk-Amerikan ilişkilerinin bir ilgisi var mı?
Evet var. Türk-Amerikan ilişkilerinde zaman zaman krizler
yaşanmıştır ama bunlar bir şekilde aşılmıştır. Bu sefer yaşanan
başka türlü bir krizdir. Son tezkere kriziyle başlayan, çuval
hadisesi ile zirve yapan bir anti-Amerikancılık dalgası var. Bu
dalga askerî kanada neredeyse bütünüyle hâkim olmuş görünüyordu.
Amerika açısından bu çok kritik bir sorundu. Askerî anlamda en
ciddi müttefikinizin ordusu size karşıysa bu ilişkiyi nasıl
yürüteceksiniz? Sokaktaki insanın anti- Amerikancılığı ABD için bir
şey ifade etmeyebilir ama Türk ordusunun anti-Amerikancılığı bir
dizi ilişkiler sistemini allak bullak edecek bir faktördür. Bu
husus içeride göz ardı edildi ya da fazla umursanmadı. Ancak bu
olgunun semptomları yaşandı ve daha da yaşanacak gibi. Ben
Amerikalıların bu sorunu gidermeye dönük birtakım ince ayarları
uygulamaya koyduklarını, birtakım dinamiklerin buna direndiğini, bu
gerilimin sivil alana başka türlü ve başka görüntüler altında
yansıtıldığını düşünüyorum.
-Siyasi çatışmaları her zaman askerin kendi içindeki çatışma diye
mi okuyacağız?
Hayır, ama işin mahiyetini, derinlerde neler olduğunu anlamak
istiyorsanız askerler bu işin neresinde diye bakmak
zorundasınız.
-Sık sık darbe söylentilerinin tedavüle konması ne anlama
geliyor?
‘Şuuyu vukuundan beter’ dedikleri şeydir bu. Türkiye gibi bir
memlekette darbe bir seçenek olarak konuşulmaya başlamışsa; darbe
olsun ya da olmasın bu bir yönetim zaafıdır.
-Tayyip Erdoğan bu manada başarılı mı peki?
Kısmen.
CİHAN
Yorumlar