Şarkiyatçılık ve Türkiyat'ın çifte sömürgeleştirilmesi

Duisburg-Essen Üniversitesindeki Türkiyat Enstitüsü amacına matuf yönetilmemiş, amacını aşan bir kadrolaşma içine girmiş, üstelik başka oluşumlarla da bir Türkiyat enstitüsünün alanına sığmayacak ilişkiler geliştirmiştir

Google Haberlere Abone ol
Şarkiyatçılık ve Türkiyat'ın sömürgeleştirilmesi

Dr. Ahmet Demirhan

David Selim Sayers'in, Türkiye dışında dünyanın en büyük Türk araştırmaları merkezi olduğunu da belirttiği Duisburg-Essen Üniversitesindeki Türkiyat Enstitüsünde yaşananlara dair iddiaları [1] içeriği açısından Alman makamlarını ilgilendirir. Suistimal, adam kayırmacılık, amacına uygun kullanılıp kullanılmadığı anlaşılamayan fonların geldiği ve gittiği yerler, yolsuzluk, liyakatsizlik, feodalleşmeye varabilecek derecede bir enstitü üzerine çökme iddialarını, ancak şimdiye kadar herhangi bir adım attıklarına dair bir işaret göremediğimiz söz konusu üniversite yönetimi ile Alman makamları doğrulayabilir veya yalanlayabilir. Öte yandan, konuya ilişkin bu çevrelerin mevcut sessizliği elbette nedensiz olmayabilir. Bu sessizliğin, esasında o kadar güncel olmayan, daha derin ve karmaşık nedenleri de olabilir.

Hem iddiaların varlığı hem de Almanya'daki "sessizlik" üzerine kafa yoranlar, bu nedenlere iddialardaki temel varsayım üzerinden rahatlıkla ulaşabilir. Hukuku ve kamusallığı ilgilendiren boyutlarından soyutladığımızda, iddiaları şu şekilde yeniden ifade etmek mümkün: Türkiyat Enstitüsü amacına matuf olarak yönetilmemiş, amacını aşan bir kadrolaşma içine girmiş, üstelik başka oluşumlarla da bir Türkiyat enstitüsünün alanına sığmayacak ilişkiler geliştirmiştir. Bu durumda, "O halde Almanya'da (ya da genelleştirirsek, Batı ülkelerinde) Türkiyat'ın amacı ne?" gibi sorusu, sadece meseleyi daha geniş bağlama yerleştirmemizi sağlamaz ayrıca bir enstitünün niye bu kadar kolayca sömürülebildiğini anlamamızı da kolaylaştırır.

- Batı ülkelerindeki yeri ve amacı açısından Türkiyat

Bizde Türkiyat (ya da Türkoloji), kabaca "Türklük bilim" olarak kabul görür. Ancak yine kaba bir ayrıma başvurursak, bu ihtisas sahasının iki ana hat üzerinden şekillendiği söylenebilir. Birisi tarihseldir ve daha çok antropolojik ya da etnolojik anlamıyla en eski zamanlardan beri Türkleri ilgilendiren konuların incelenmesini içerir. Diğeri de filolojiktir ve en eski zamanlardan beri Türk dillerinin aldığı biçimler ile modern dönemler söz konusuysa, edebiyat incelemelerine ağırlık verir. Yine de bu iki hat üzerinde bariz bazı farklar da görülür: Türk Dili ve Edebiyatı bölümleri filoloji şeklinde adlandırılırken, örneğin tarih, antropoloji ya da etnoloji alanındaki çalışmalarda Türk dünyasıyla ilgili araştırmalar ya da kürsüler Türkiyat'ın içinde pek görülmez ya da çok belirgin olarak o çalışmaların Türkiyat'ın sahasına girdiği hissedilmez. Oysa bunlar da Türkiyat'ın sahasına dahildir ya da en azından ona müdahil olabilecek birtakım unsurlar taşıyabilir.

Ancak Türkiyat’ın Türkçe konuşan ülkelerde Türkiye'deki kadar ağırlıklı olmayan, en azından Çarlık Rusyası ve daha sonra da Sovyet Rusyası sömürgeciliği altında yaşamadan önce ve bağımsızlık sonrası dönemleri kapsamakla sınırlı diyebileceğiniz başka bir anlamı daha vardır: Türkiyat, Türkçülükle eş değer tutulur. O kadar ki özellikle Cumhuriyet'in ilk yıllarından itibaren altı oktan birisi olan milliyetçiliğin nasıl tanımlanacağı üzerinden başlayan siyasi çekişmeler, Türkiyat’ın da bir polemik ve hatta çatışma alanı olmasına yol açmıştır. Türkçü ve Turancı olduğu iddia edilen Türkiyat, (Pertev Naili Boratav çizgisinin gayretleriyle) halkiyat ya da folklor çalışmaları ve (Hasan Ali Yücel'in meşhur tercüme faaliyetleriyle) Hümanizm üzerinden yeniden biçimlendirilmeye çalışılmıştır. Tabii, milliyetçi bir ideolojiyi alabildiğine beslediği inancıyla yerinden etmeye çalışılan Türkiyat’ın karşısına çıkarılan halkiyatın, Çarlık ve Sovyet Rusyası Şarkiyatçılığının; hümanizmin ise Batı türü milliyetçiliklerin kendisine temel aldığı hayali ve icat edilmiş bir antik Yunan modeline dayanan Şarkiyatçılığın gölgesinde geliştiği görmezden gelinerek...

- Türkiyat enstitülerinin vazifesi nedir?

Kısacası, ister bir ihtisas sahası olarak filolojiyi, tarihi, antropolojiyi ve etnolojiyi ilgilendirsin isterse de milliyetçi bir ideoloji olarak Türkçülükle eşitlensin, Türkiyat, şu ya da bu şekilleriyle Şarkiyatçılığın içinden doğmuş, en azından gölgesinde gelişmiş bir alandır. Ona mukabele etmek isteyen halkiyat ya da hümanizm gibi tarzları da buna dahil. Hatta Türkiye'de akademik olarak da entelektüel olarak da ciddi bir Şarkiyatçılık eleştirisinin geliştirilememesinin en büyük nedeni de burada yatar: Şarkiyatçılığa eleştirel bir mesafeden bakacak bir alan kalmayınca, hamasi söylemlerin dışında, ciddi bir Şarkiyatçılık eleştirisinin oluşmasının zemini de kaybolur.

O kadar ki Edward Said gibi aziz tutulan bir ismin Şarkiyatçılık eleştirisinde, Alman Şarkiyatçılığının eleştirisine yer verilmemesi sürekli gündeme getirilmesine rağmen, Batı'da orta çağlardan beri siyasal ve teolojik olarak kullanılan, bu anlamda Batı'nın temsil ettiği ne varsa onun tam tersi özelliklerle tanımlanan Türk temsilinin hiç yer almaması dikkatlerden bile kaçar. Oysa Said'in eleştirmeye bile gerek görmediği o Türk temsili, tam da Türkiyat’ın çerçevesini çizecektir. Türkiyat bu tür bir eleştirelliği ifa etmek yerine, örneğin Alman Şarkiyatçılığından olabildiğince yararlanmış bir Rus Şarkiyatçılığının icadı olan Şamanizm’i neredeyse olmazsa olmazı kılarak, kendi alanını eleştirel bir mesafe edinmeye kapatır ve Şarkiyatçılığı tamamlamaya çalışır. Türkiyat zaten sömürgeleştirilmiş bir söylem alanı içinde hareket eder. Bu alandan özerkleştiği bir an vardır elbette: Özellikle Cumhuriyet ile kurulan kurumlarda yetişen kuşakların Türkiyat’ta daha etkin olmaya başladığı 1950'lerden sonraki (Osman Turan, Bahaeddin Ögel, İbrahim Kafesoğlu gibi isimlerle tebarüz ederek günümüze aktarılan) Türkiyat çalışmaları da -maalesef- Türk-İslam sentezi diye damgalanacak; aynı dönemde ortaya çıkan Asya Üretim Tarzı (AÜT) gibi arayışlarda Türkiyat’ın izi de hiç aranmayacaktır.

- Türkiyat ve Türkçülük

Türkiyat’ın Türkçülükle eşitlenmesinin başka bir sonucu daha vardır: Bir milliyetçilik türü olarak Türkçülüğe karşı çıkan ideolojik akımların, ondan ne kadar uzak bir entelektüel tarihe yaslandıklarını göstermek istercesine Türkiyat’ın sahasını bir kez daha istila edecek bir yaklaşımla kendilerini soyut bir kozmopolitizme atmaya çalışmaları. Özellikle beşeri bilimlerin çeşitli dallarında, revaçta olan kuramlara ya da varsayımlara yaslanarak yapılan Türkiye üzerine çalışmalar, içerden ya da dışardan olsun fark etmeden, sanki evrensel olan bir makamdan ya da yerden konuşuluyormuş gibi, Türkiyat’ı ilgilendiren bütün bir sahayı kısmileştirecektir. Neticede tam da Batı'da Şarkiyatçılığın bir alt kolu olarak doğan Türkiyat’ın amacıyla buluşacak; bu kez evrensellik ve kozmopolitizm adına ve Türkiyat ismini taşımadan yürütülecektir.

Bu anlamda halkiyatın aslında Rus Şarkiyatçılığının bir yansıması olması, ama aynı çalışmaların Türkiye'yi daha Batı Avrupa'ya taşıması gayesiyle yapılması gibi, Türkiye üzerine çalışmalar da ideolojik konumları ne olursa olsun, evrensellik ve kozmopolitizm adına daha Avrupa ya da Amerika'ya taşınacak çalışmalar olarak görülecektir. Hem de Batı'nın sömürgeciliğinin, ırkçılığının, kapitalizminin ya da reel politiğinin en koyu hatlarla altının çizildiği yerlerde dahi rastlanacaktır.

Ahmet Hamdi Tanpınar, döneminin aydınları arasında Batılı romana daha yakın "Huzur" romanının değil de Yaşar Kemal'in "İnce Memed"inin çok tutulduğundan yakınıyordu. Oysa bunun nedeni, kendi romanının geçmişi bugüne ekleyen bir tasavvurla tam da Türkiyat’ın sahasına girdiği, "İnce Memed"in ise yerelliği folklor üzerinden evrensele bağlayabilen bir roman olarak, yani pekala halkiyatın sahasını ilgilendiren bir alanın bir ürünü olarak takdir görmesi olabilir. Aynı şekilde, Nobel Ödüllü Orhan Pamuk'un romanları, John Updike'ın "Benim Adım Kırmızı" üzerine yazısında da dile getirildiği üzere, nihayetinde Türkçe gibi Hint-Avrupa dil ailesinden gelmeyen bir dille yazılmış romanlar olarak hem takdir görür hem de kısmileştirilir; üstelik kurgusunu sürekli bir Osmanlı geçmişi üzerine yaslaması açısından manidar bulunur. Böylece en gelişmiş versiyonunu Batılı mekanın temsil ettiği Hint-Avrupa dil ailesi, evrenseli ve kozmopoliti sömürgeleştiren bir aile olarak takdim edilir.

İşte Sayers'in iddialarında yer alan Türkiye dışındaki en büyük Türkiyat enstitüsünün dar bir grup tarafından bu kadar kolayca sömürgeleştirilmesini bu bağlamda okumak gerek. Alman makamlarının konu hakkındaki sessizliğini de. Kısacası, Almanya'da da Batı'da da "Huzur"u değil, "İnce Memed"i aziz tutan bir damar hep oldu. Bu ortak dil, Batı'daki Türkiyat enstitülerinin varlığıyla hem uyumludur hem de onların kolayca yeniden sömürgeleştirilmesine imkan tanır.

Sayers'in ifadesiyle kendisini merkez addedecek kadar güçlü bir geleneği haiz Türkiye'de ise Türkiyat, fiili sömürgeleştirmelere olduğu kadar bu tür söylemsel sömürgeleştirmelere de karşı çıkacak bir özerkliğe belli oranlarda kavuşmuştur. Ancak hiçbir zaman bir Şarkiyatçılık ve Avrupa-merkezcilik eleştirisine dönüşememiştir. Türkiye'yi ilgilendirdiği için belirtmek gerekir ki Kürdoloji de Şarkiyatçılık ve Avrupa-merkezcilik eleştirisine yönelmek yerine, Şarkiyatçı bir Türkiyat’ın içinden geliştirilen Türk Tarih Tezi ve Güneş-Dil Teorisi gibi yapay iddiaların bir benzerini üretmeye yönelmiştir. Bu yönüyle Kürdoloji ve Kürt çalışmaları da kendi özerkliğini geliştirememiş ve eskimiş bir Türkiyat’ın en kötü versiyonuyla rekabet etmeye çalışan bir düzlemde siyaseten kullanılmaktadır.

Son güncel hadise umulur ki özellikle Türkiye'de Türkiyat’ın amacını yeniden tarif etmek adına bir vesileye dönüşür. Çünkü Almanya'daki "sessizlik" kadar birkaç istisna dışında ortaya atılan iddialar hakkında Türkiye'deki Türkiyat camiasının sessizliği de manidar.

[1] https://parisinstitute.org/the-real-academy-in-exile/

[Sosyolog ve çevirmen Dr. Ahmet Demirhan, yakında Dergah Yayınları tarafından yayımlanacak Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Türkiyat’ın Seyri, Şarkiyatçılığın Menzili eserinin yazarıdır]

Yorumlar