GÖRÜŞ - 'Radikal-entegrist' selefîlik neden Batı’da yükseliyor?
- Radikal-entegrist selefiliğin, görünürde alınan bütün karşı güvenlik tedbirlerine rağmen, paradoksal bir şekilde Batı’da da yükselişini sürdürdüğü söylenebilir - 18. yüzyıldaki ortaya çıkışında İngilizlerin etkisine dair tartışmalar bir yana, Batı’daki radikal-entegrist selefiliğin dış müdahalelere ve yönlendirmelere alabildiğine açık olduğunu söylemek için kâhin olmaya gerek yok - Avrupa'da İslam ve Müslümanlar söz konusu olduğunda sıkı bir denetime tabi olan görsel medyaya çoğunlukla bu tür radikal-selefiler konuşmacı olarak çıkarılır; Müslümanları temsilen onlar konuşturulur. Selefi grupların vakıf/dernek gibi kurmalarına, neşriyat yapıp serbestçe dağıtmalarına göz yumulur - Avrupa ülkelerinin bu tavrı din-fikir özgürlüğü bağlamında tolere edilebilir gibi dursa da, burada genelde İslamın ve Müslümanların imajını bozma, Avrupalı insanların gözünde Müslümanları radikal tipoloji ve söylemlerle eşleştirme ve nihayet Müslümanları ve İslam dünyasını bu tür örgütlerle yeniden dizayn etme amacı seziliyor
İSTANBUL (AA) - ÖZCAN HIDIR - 11 Eylül sonrasında 'selefilik' özellikle de 'radikal-entegrist selefilik' dünyanın hemen her yerinde yükseliş trendine girdi. Türkiye’de son aylarda pek çok insanımızın hayatını kaybetmesine yol açan terör eylemlerinin faili, radikal-entegrist selefiliğin uzantısı DAEŞ ve dayandığı teoloji-ideoloji alabildiğine tartışıldı, tartışılıyor.
Radikal-entegrist selefiliğin, görünürde alınan bütün karşı
güvenlik tedbirlerine rağmen, paradoksal bir şekilde Batı’da da
yükselişini sürdürdüğü söylenebilir. Bu yükselişin arkasında dini,
siyasi, ekonomik, stratejik, sosyo-kültürel, psikolojik ve coğrafi
pek çok neden olsa da, bunların en önemlisi radikal selefiliğin
ideolojik-dini yapısı, söylemleri ve zihin kodlarıyla alakalı
olanıdır.
Hal böyle olunca bugün Türkiye’de ve dünyada, radikal-entegrsit
selefiliği, zihin dünyasını ve kodlarını ihmal ederek daha ziyade
güvenlik boyutu ile ele almanın, resmin bütününü ve belki de
merkezi noktasını görememek anlamına geldiği ortaya çıkıyor.
Hâlbuki güvenlik boyutu asla ihmal edilmeksizin, radikal-entegrist
selefiliğin bizzat özünü, aklı ve geleneği dışlayıp
lafzi-literal-zahiri bir tarzda doğrudan Kur’an ve sünnete başvurma
tavrını, tekfirci/ötekini dışlayıcı yönünü, dini, siyasi ve
sosyo-kültürel dinamiği ve arka planını, dolayısıyla 'yapı-bozucu'
ve 'müslümanların tavırlarına sirayet edici' karakterini anlamak ve
ona yönelik uzun vadeli tedbirleri devreye sokmak, ana akım
Müslümanlar için çok daha önemli hale gelmiştir. Tabir yerinde ise,
radikal selefilik konusunda, sineklerle mücadele yerine bataklığın
kurutulmasına yönelik çalışmalar esas olmalıdır. Böyle yapılamadığı
sürece bu ideolojiye dayanan El-Kaideler gider DEAŞ’lar gelir,
DEAŞ’lar gider radikal-entegrist selefiliğin Şiî versiyonu olan
Haşdi Şabi’ler gelir. Hatta DEAŞ sonrası tedavüle sürülecek örgüt
bile hazırlanmıştır şimdiden. Fakat arkasındaki zihin kodları,
dinamikler, motivasyonlar ve dış yönlendirmeler hep aynı
kalır.
Radikal eğilimlerin yaslandığı zihniyet ve bu türden akımların
teorik zeminlerine dair yapılacak araştırmalara paralel olarak,
radikal selefiliğin Batı'da hangi koşullarda ve ne şekilde gelişip
güçlendiğinin incelenmesi de önem taşıyor. Nitekim bu doğrultuda
yapılacak araştırmalar, kısmen Türkiye de dahil olmak üzere,
radikal-selefi tavırların şu veya bu şekilde genç nesiller arasında
uç vermeye başladığı ülkelerin, bu gruplarla mücadelede kuşatıcı
bir perspektif geliştirmesi açısından aydınlatıcı olacaktır. Bu
bağlamda, başlangıç olarak Avrupa’daki selefilerin örgütlenme
tarzını etüt etmek faydalı olacaktır.
- İki örgütlenme modeli
Batı’da selefilik veya daha özelde DEAŞ ve El-Kaide gibi
radikal-entegrist selefiler hakkındaki çalışmalarda genelde iki tür
örgütlenme modelinin ortaya konulduğu görülüyor. Birinci tür
yaklaşıma göre selefi örgütlerin 'tabandan tavana' örgütlendikleri
söylenir. Mesela Marc Sageman’a göre, bu gruplar hiyerarşik yapı
ile tavandan tabana değil, daha bireysel anlayışlar olarak kendi
başlarına radikalleşip bu örgütlere katılıyor. Buna karşılık Bruce
Hoffman gibi bazı araştırmacılar ise El-Kaide ve DEAŞ gibi
radikal-entegrist selefilerin daha hiyerarşik bir tarzda tavandan
tabana uzanacak şekilde örgütlendiklerini savunuyor. Bunların her
ikisi de muhtemel olsa da, radikal-entegrist selefilerde
bireysellik ve bireysel söylem ve eylemler de önemli bir özellik.
Aslında yerine göre her iki yöntemin de uygulandığı ve bir metoda
bağlı kalınmadığı da söylenebilir.
Esasen bu iki tür örgütlenme modelinden biri, şu veya bu şekilde
hemen bütün cemaat ve gruplarda da görülür. Bazı örgütlerde ise
aslında her iki modelin aynı anda var olduğu söylenebilir. Mesela
'neo-oryantalistik bir devşirme' örgüt olarak FETÖ’nün örgütlenme
modeli aslında böyledir. Zira arka planda katı hiyerarşik ve
batıni-ezoterik bir yapı arzederken, görünürde ise aralarında sıkı
bir koordinasyon olan farklı tüzel kişilikler olarak tezahür eder.
Yine de FETÖ’nün her iki örgütlenme modelini batıni/ezoterik tarzda
uyguladığı söylenmelidir.
- Türk kurumlarına yönelik kampanyalar
Son dönemlerde, aslında hiyerarşik örgütlenmeleri güçlü olan Türklere ait kurum ve kuruluşlara yönelik kampanyaların da bu tespitle ilgisi vardır. Zira hiyerarşik ve iyi örgütlenmemiş etnik/dini grupları yönlendirmek çok daha kolaydır. Hollanda’da hiyerarşik cemaat yapıları nispeten zayıf olan Faslı gençlerin daha kolay yönlendirilmeleri ve güçlü kurumlara sahip Türklerin kolay yönlendirilememesi örneği burada zikredilebilir. Selefiliğe ve DEAŞ’a sempati duyup katılma konusunda da, nüfusları daha az olmasına rağmen, Faslıların Türklere göre çok daha önde olmasının (mesela bazı araştırmalar Hollanda’da yaklaşık yüzde 80/yüzde 20 oranını veriyor) önemli bir sebebi de burada yatmaktadır.
Son senelerde özellikle Almanya, Hollanda ve Avusturya gibi Türklerin yoğun olarak yaşadığı ülkelerde, Türklere ait kurum ve kuruluşlara yönelik, DEAŞ’a katılımların arttığına dair algı oluşturulmaya çalışılsa da, Arap kökenli müslümanlar ile mühtedilere nazaran Türkler arasında DEAŞ’a katılım oldukça düşüktür. Radikal-selefilerin daha ziyade Araplardan oluşmasının en önemli sebebi olarak Türkler arasındaki sıkı cemaat yapılanmasını, düzenli kurum/kuruluş ve camiilere sahip olmalarını, öteki ile uyum içinde yaşama tecrübesi olan Anadolu İslam anlayışının bağlıları olmaları gibi sebepleri gösterebiliriz.
Ne var ki son senelerde Türkler arasından da selefi eğilimli
gruplara veya genel anlamda selefiliğe yönelimlerde artış olduğunu
da söylenebilir. Avrupa’daki durum daha ziyade üçüncü ve dördüncü
kuşak Türklerin hibrid-melez, global kimliklere sahip olmalarıyla
da açıklanabilir. Fakat Araplarda radikal-selefiliğe kayma ve
kimlik değişimleri çok daha hızlı oluyor. Varlık ve kimliklerinin
yok sayılarak ötekileştirilmeleri burada önemli bir etken
tabiatıyla. Burada aynı zamanda sosyal medyanın, bağlamsız 'import'
fetvaların ve duygusal motivasyonların da etkisiyle 'kendi kendine
radikalleşme' de gelişebiliyor. Şu halde hiyerarşik yapıdaki cemaat
ve yapılar içinde, hibrid-melez ve bireysel bir kimlik ve kendi
kendine radikalleşmenin öne çıktığı selefilik tavrı kolayca
gelişemiyor, denebilir. Spekülatif yönler barındırsa da, Sageman’ın
'Leaderless Cihad' (Lidersiz Cihad) adlı kitabında da bu olgular
üzerinde durulur.
- 'Melez/hibrid' kimlikler ve radikal-selefilik
Batı’da yaşayan özellikle üçüncü ve dördüncü kuşak Müslüman
nesiller arasında, işaret edildiği üzere, 'melez/hibrid'
kimliklerin geliştiği görülüyor. Diasporada azınlık halinde yaşayan
toplumlar ile modernleşmenin etkilerinin yoğun görüldüğü
toplumlarda bu tür kimliklerin geliştiği de bilinen bir olgu. Bu
tür kimliklerde genelde bireyselleşme öne çıkıyor,
mezhep/meşrep/cemaat ve kök ülke aidiyetleri azalıyor. Ayrıca
gelecekle alakalı belirsizlikler de burada rol oynuyor. Bu olgu,
son dönemlerde Avrupa ülkelerindeki yabancı ve İslâm karşıtı ve
ırkçı tutumlar ile birlikte düşünüldüğünde, bu tür kimliğe sahip
genç müslüman nesiller için yepyeni bir sosyoloji ve psikolojinin
varlığına işaret ediyor. Etnik aidiyetlerinin yerini de
'Türk-Alman', 'Fransız-Faslı/Cezayirli', 'İngiliz-Pakistanlı',
'Hollandalı-Faslı/Türk' gibi melez/hibrid etnik ve kültürel
kimlikler alıyor. Özellikle radikal selefilikte etnik ve kültürel
aidiyetlerin ötesine geçen 'transnational' ve hibrid bir kimlik de
öne çıkıyor. Bu ise aslında bir anlamda kimliksizliği
tanımlıyor.
Bu durumda olan genç Müslüman nesillerde ve özellikle de Arap
asıllı olanlarda, radikal-entegrist selefilik bir kaçış/çıkış
olarak tezahür ediyor. Önceki mezhep/meşrep/cemaat aidiyetlerine
karşı protest-fanatik ve dışlayıcı bir tavır gelişiyor. Bu durum,
adeta 'araf'ta olan hibrid kimliklere sahip bu genç kuşaklar için,
bir anlamda cennete kaçış olarak tezahür ediyor. Siyah-beyaz,
protest-tepkisel, dışlayıcı, doğru-yanlış, mutlak doğruyu temsil
ettiğini düşünen, özcü-püritenist ve hatta (paradoks gibi dursa da)
pozitivist yaklaşımlara sahip tekfirci radikal-selefilik de bu
cenneti zaten peşinen vadediyor. Bu ise özünde pozitivist bir
yaklaşımı salık verir. Bazı araştırmalarda, radikal selefilerin
düşünme biçimi ile pozitivist temele dayanan bazı bilimlerin
düşünme biçimi arasında karşılaştırmaların yapılıp yakın
benzerliklerin bulunması da bundandır. Nitekim bu araştırmalara
göre, Batı ülkelerinden DAEŞ’e katılanların önemli bir kısmının
(yaklaşık yarısından fazlası) bu tür düşünme biçimine sahip
selefilerden oluştuğu ifade edilir. Hatta hatırlanacağı üzere,
sosyal medyada bir mektup yayımlayarak DAEŞ’e katıldığını duyuran
ve onun söylem ve eylemlerini savunan ODTÜ öğrencisi bağlamında bu
konu Türkiye’de de kısmen gündeme getirilmişti. Başarılı bir
operasyonla geçtiğimiz günlerde yakalanan Reina saldırganının da bu
tür bir eğitim arka planına sahip olduğuna dair bilgiler medyada
yer aldı.
-Avrupa’da mühtedîler ve selefilik
Suriye’de DEAŞ saflarında Batı ülkelerinden gelen önemli sayıda
mühtedinin olduğu bilinen bir olgu. Avrupa ülkelerinde DAEŞ
bağlamındaki en önemli tartışma konularından biri de bu. Yer yer
farklı motivasyonlar rol oynasa da bu katılımlarda, ihtidaları
sonrasında mühtedilerin kimliklerinin, daha ziyade selefiler
arasında görülen radikal-extremist-protest söylem, eylem ve
yorumlarla şekillenmesinin önemli rolü vardır. Zira Avrupa’daki bu
yerli müslümanlar arasında 'selefî-literal-zahirî-protest',
'tasavvufî-irfanî' ve 'rasyonel-revizyonist-liberal' olmak üzere
başlıca üç yorum tarzı öne çıksa da, en belirgin ve yaygın anlayış
radikal-entegrist-protest selefi anlayıştır.
Kaldı ki her ihtida aslında buhranlı, depresyon içeren sancılı
bir arayışın akabinde gerçekleşmekte ve yeni girdiği dinde mühtedi,
genellikle radikal-protest, lafızcı-literal tavırlarla ve
anlayışlarla yeni kimliğini inşa etmeye çalışmakta, bunu yaparken
de tabii olarak uçlara savrulabilmekte ve dışlayıcı tavırlar
sergilemektedir. Bilgiye değil de daha ziyade duyguya dayanan bu
tür tutumlar, mühtedilerde yaşadıkları boşlukları dolduran bir
işlev görebilmekte, böylelikle radikal-selefi düşünceyle tanışıp
bütün cevapları bulduklarına inanmaktadırlar. Zira bu tür
mühtedilerin önemli bir kısmı seküler ailelerden gelmekte ve İslamî
bilgi açısından oldukça zayıf durumdadırlar. ABD ve AB ülkelerinden
DEAŞ’a katılıp da örgüt adına açıklamalar yapan bazı militanların
durumu aslında böyledir. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, bunlar
içerisinde ileri arayışlara girenler, İslâm’daki farklı okuma
biçimleri ile tanışanlar, bu radikal-selefi tavırlardan
uzaklaşabilmektedir. Yusuf İslam hakkında “üç Yusuf” evresinden
bahsedilmesi bundandır ve “birinci Yusuf” döneminde Yusuf İslam’da
da radikal-selefi söylem ve tavırların alabildiğine var olduğu
bilenlerin malumudur.
Bütün bunların ise dış yönlendirme, müdahale ve istismarlara açık bir durum olduğu aşikardır. Nitekim bu grupların radikal eğilimlerinin el altından istismar edildiği ve yönlendirildiği, zaman zaman medyaya yansıyan itiraflar ve bilgiler arasındadır.
- Batı radikal-entegrist selefiliği destekliyor mu?
18. yüzyıldaki ortaya çıkışında İngilizlerin etkisine dair tartışmalar bir yana, sözünü ettiğimiz özellikleri sebebiyle Batı’daki radikal-entegrist selefiliğin dış müdahalelere ve yönlendirmelere alabildiğine açık olduğunu söylemek için kâhin olmaya gerek yok. 11 Eylül sonrasında Batı’daki İslam karşıtı söylem ve eylemlerin alabildiğine ivme kazandığı süreçte bu çok daha mümkün olmuştur. Selefilik ile alakalı Batı’daki uzmanların, projelerin ve çalışmaların çokluğu da bunu söylememize imkân veriyor. Öyle ki radikal-entegrist selefilik Batı’da güncel dinî/mezhebî tartışmaların başat aktörlerinden biri haline ge(tiri)lmiştir. Bu tür proje, çalışma grubu ve ampirik-teorik araştırmaların Türkiye’de çok az oluşu ise bahsi diğerdir.
Buradan hareketle radikal-entegrist selefiliğin, Türkiye başta
olmak üzere, İslam dünyasına yönelik operasyonlarda bir aktör
olarak desteklendiğini ve kullanıldığını rahatlıkla
söyleyebileceğimiz verilere sahibiz. Zira selefilik, özünü
gizleyen, dışta başka içte başka olması hasebiyle Müslümanlara
yönelik tehlikesi daha büyük olan ve dolayısıyla nüfuz edilip
çözülmesi çok daha zor 'batınî-takiyyeci' hareket/anlayış değil,
zahirî temele dayanan bir harekettir. Bu tür zahiri hareketlere
nüfuz edilip yönlendirilmesi de her zaman kolay olmuştur. Nitekim
Avrupa’da genelde İslami yapılanma, özelde ise selefi
yapılanmaların takibi için özel birimlerin oluşturulduğu da
kamuoyuna yansıyan bilgiler arasındadır.
Dolayısıyla şayet istenirse, onların Avrupa ülkelerindeki
faaliyetlerinin takibi, radikal söylem ve eylemlerinin önlenmesi de
zor değildir. Hangi camide/ortamda kimin neler söylediği çoğunlukla
bilinmekte ve aslında takip de edilmektedir. Medyada yer alan bazı
radikal söylemlere sahip konuşmacıların ülkelere girişinin yer yer
engellenmesi hariç, selefilerin radikal söylemlerle faaliyette
bulunmalarına da genelde izin verilir. Ülke dışından (genelde
İngiltere ve Amerika) aşırılıkçı görüşlere sahip selefi
konuşmacıların davet edildiği iki, üç gün süren büyük toplantılara,
bazı durumlar hariç çoğunlukla engel olunmaz. Hatta İslam ve
Müslümanlar söz konusu olduğunda sıkı bir denetime tabi görsel
medyaya çoğunlukla bu tür radikal-selefiler konuşmacı olarak
çıkarılır; Müslümanları temsilen onlar konuşturulur. Selefi
grupların vakıf/dernek gibi kurmalarına, bu vakıf ve dernekler için
büyük sermayelerle bina satın almalarına, bu binalarda radikal
söylem ve eylemlerde bulunmalarına, neşriyat yapıp bunları
serbestçe dağıtmalarına göz yumulur.
Avrupa ülkelerinin bu tavrı din/fikir özgürlüğü bağlamında
tolere edilebilir gibi dursa da, burada genelde İslamın ve
Müslümanların imajını bozma, İslam’ı bu tür radikal-entegrist
söylemlere mahkûm etme, Avrupalı insanların gözünde Müslümanları
radikal tipoloji ve söylemlerle eşleştirme ve nihayet müslümanları
ve İslam dünyasını bu tür örgütlerle yeniden dizayn etme amacı
sezilir. Bugün Batı’da müslümanlar söz konusu olduğunda akla ilk
anda DEAŞ’ın geliyor olması, Batı'nın bu konuda kendince nisbi bir
başarı yakalamış olduğuna işaret etmektedir. Nitekim kamuoyuna
yansıyan bazı ifadelerde, özellikle Irak ve Suriye bağlamında,
bütün bunların itiraf edildiğine şahitlik ediyoruz. Hatta 20
Ocak’ta ABD başkanlığını devralan Trump’ın da DEAŞ’ın kuruluşu ile
alakalı olarak Obama yönetimine yönelik kamuoyuna yansıyan
açıklamaları da bunu gösterir.
Buna karşılık Müslümanlara, İslam dünyasına ve bilhassa da İslam
dünyasında medeniyet ufku hâlâ diri olan Türkiye’ye düşen ise,
bütün bunları teşhis etmek, bu tür yapıların zihin kodlarını, insan
devşirme usullerini iyi etüt etmek ve tedaviye yönelik olarak ise
güvenlik tedbirlerinin ötesinde, dini, siyasi, ekonomik, psikolojik
ve sosyo-kültürel adımları bir bütün olarak hayata
geçirilebilmektir. Bütün bunların ise 'dini diplomasi-kültür
diplomasisi' ve her şeyden önemlisi “gönül gücü ve diplomasisini”
de önceleyen bir perspektif gerektirdiği izahtan
varestedir.
[Prof. Dr. Özcan Hıdır İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi ve Rotterdam İslam Üniversitesi'nde öğretim üyesidir]
Yorumlar