Sultan Vahdettin kaçtı mı, Sevr'i imzaladı mı, hain miydi, neden hac yapmadı?

Bizzat İstanbul'dan Samsun'a gönderdiği Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın Ankara'da kurduğu yeni hükümet tarafından "hain" ilan edilen Sultan Vahdettin'in İstanbul'dan ayrılışı, Sevr anlaşmasıyla ilgisi, Mekke'ye gittiği halde hac yapmaması ve daha birçok konu sık sık tartışılır.

Google Haberlere Abone ol
Sultan Vahdettin ve tarihi gerçekler

Mustafa Kemal Atatürk'ün 19 Mayıs 1919 tarihinde İstanbul'dan Samsun'a gelerek "Milli Mücadele"yi başlatmasının 101'inci yıl dönümü vesilesiyle Sultan Vahdettin bir kez daha tartışılıyor, konuşuluyor, yanlış ya da doğru bilgilerle değerlendirilerek infaz ediliyor. Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın Ankara'da yeni bir Meclis açması, yeni hükümetler kurması ve akabinde İstanbul'da işgal altında eli kolu bağlı bulunan Sultan Vahdettin'i hain ilan etmesi, sultan için İstanbul'dan ayrılmak dışında hiçbir seçenek bırakmamıştı. Saltanatın kaldırılmasından sonra bir süre halife olarak görevine devam eden Sultan Vahdettin hayatını tehlikede görerek bir İngiliz zırhlısı ile 17 Kasım 1922’de İstanbul’dan ayrıldı. Son Osmanlı hükümdarı Sultan Vahdettin ömrünün geri kalan kısmını yurt dışında sıkıntı içerisinde geçirdi. İtalya’nın San Remo kentinde 1926’da vefat etti.

PEKİ SULTAN VAHDETTİN KAÇTI MI KAÇIRILDI MI?

Araştırmacı Yazar Mustafa Armağan, Vahdettin'in kaçtığı konusunda kaleme aldığı bir makalesinde şöyle demişti:

Şahsen Sultan Vahdettin'in yurtdışına kaçtığını değil, "kaçırıldığını" düşünüyorum. Çünkü baskılar, tehditler, sarayın çevresinde tabanca atmalar vs. ile zaten İstanbul'da yaşaması fiilen imkânsız hale getirilmişti. Amaç, kendiliğinden kaçmasını sağlamaktı. Fakat nereye?

Nitekim 17 Kasım 1922 sabah saat 6'da HMS Malaya adlı savaş gemisiyle yola çıktıktan sonra haber alıp Yıldız Sarayı'na gelen Ankara hükümeti temsilcisi Refet (Bele) Paşa'nın, o sırada ağlamakta olan Vahdettin'in yaverlerinden Sadrazam Tevfik Paşa'nın oğlu Ali Nuri Bey'e, "Ağlama Ali Bey, kaçtığı iyi oldu, ya kalsa idi biz onu ne yapardık?"[1] sözü, gerçeği aydınlatmaya yeter. Bir başka deyişle, eğer Halife Vahdettin gitmeyip sarayda kalmış olsaydı, Ankara'nın niyeti düpedüz onu idam etmekti.

Aynı Ali Nuri Bey'in, oğlu Şefik Okday tarafından yazılan hatıratında babasının ağzından doldurulan bir bant kaydından bahsedilir. Ali Nuri Bey, saraya gelen ve 30 Ağustos Zaferi'ni müjdeleyen raporu okuyunca Vahdettin'in, yaverine zafer haberini birkaç kere tekrarlatarak sevindiğini belli ettiğini anlatır. Hatta o hafta cuma selamlığının, zaferin şerefine Yıldız Camii'nde değil, yanı başında Yavuz Sultan Selim'in yattığı Sultan Selim Camii'nde yapıldığını ve Padişah'ın da halkla beraber o gün İstiklal Savaşı şehitleri için dua ettiğini biliyoruz.

Dolayısıyla 'bu' Vahdettin'in kaçması için herhangi bir sebep yoktu. Ancak bir gerçek vardı ki, İstanbul'da kalması, işleri daha da zorlaştıracak ve Ankara'ya her halükârda ayak bağı oluşturacaktı. Bu yüzden gitmesi istendi, hatta gitmesinin hayırlı olacağı hissettirildi. Kaçmasına mani olmak için hiçbir tedbir alınmayışı ve kaçtıktan sonra da bundan memnuniyet duyulması anlamlıdır. Zira Padişah İstanbul'da tahtında oturuyor iken, Osmanlı'nın bedeni üzerinde gerçekleşecek "Lozan ameliyatı" kolay olamayacaktı.

Bir de "Malaya" gemisi meselesi var. Malaya, Malaylar, yani sonradan tek bir devlete dönüşen Malaya adaları birliği demektir ve bu gemi, Malezya Müslümanlarının öz parasıyla yaptırılmış ve İngiliz Deniz Kuvvetleri'ne hediye edilmiştir (o tarihlerde "İngiliz Malayları" denilen doğudaki beş bölge, gevşek bir yapı altında birleşmişlerdi ve İngiltere'nin himayesinde bulunuyorlardı).

Burada şöyle bir soru akla geliyor: Acaba İşgal Kuvvetleri Komutanı General Harrington ile Sultan Vahdettin arasında bir 'gemi pazarlığı' geçmiş miydi? Bunu henüz bilmiyoruz. Bildiğimiz bir şey varsa, o sırada Boğaz'da başka İngiliz gemileri de demirlemiş duruyorken, içlerinden Malezya Müslümanlarının alın terleriyle yapımı finanse edilen geminin Halife hazretlerine tahsis edildiğidir. Nitekim Malaya ile kaçma teklifinde bulunan Harrington, "Durum düzelince memlekete dönerler" diyerek teselli vermiştir. Teselli mi, oyun mu?

VAHDETTİN İNGİLİZLERE SIĞINDI MI?

Araştırılması gereken bir nokta bu ise bir diğeri, "İngilizlere sığındı" denilen Sultan Vahdettin'in neden doğrudan doğruya İngiltere'ye (mesela Londra'ya) değil de, önce onların kontrolünde bulunan Malta adasına, sonra da İtalya'daki San Remo'ya gitmiş ve orada beş parasız ölmeyi göze almış olduğudur. Eğer Vahdettin gerçekten de söylendiği gibi İngilizlere "sığınmış" ve hiç değilse onların cazip maddi tekliflerini değerlendirmiş ve Türkiye aleyhine çalışmayı kabul etmiş olsaydı, herhalde bir şekilde ödüllendirilmesi gerekirdi. Bu durumda ise elbette tabutu bakkalın çakalın elinde rehin kalmaz, hacizli cenazesi defnedilemediği için haftalarca ortada kalıp kokuşmazdı.

SULTAN VAHDETTİN HAİN MİYDİ? SEVR ANTLAŞMASINI İMZALADI MI?

Sultan Vahdettin'in Osmanlı'yı parçalayan Sevr Antlaşması'nı imzalayarak ihanet ettiğiyle ilgili olarak iddialara ise Sultanın cevabı, "Bu belge elime geldiğinde, mecburi ve geçici bir imza taktiğiyle (delegelerin imzasıyla) biraz zaman kazanmaya çalıştım. Eğer işler kötü gider ve bu oyalamayı başaramazsam antlaşmayı imzalamaktansa tahtan feragata kararlıydım.” demişti. 

San Remo konferansında Sevr antlaşmasının taslağını hazırlayan itilaf devletleri barış şartlarını tebliğ etmek için Osmanlı hükümetinden bir heyet isteyince eski sadrazam Ahmet Tevfik Paşa'nın başkanlığında Dahiliye Nazırı/İçişleri Bakanı Reşid, Maarif Nazırı/Millî Eğitim Bakanı Fahreddin Beylerle Nafia Nazırı/Bayındırlık Bakanı Cemil Topuzlu Paşa'dan oluşan bir heyet oluşturuldu. Bu heyet trenle Paris'e yola çıktı. Ancak trende yalnız Osmanlı heyeti yoktu. Heyete yardımcı olmak amacıyla ! İngiliz, Fransız ve İtalyan subaylar da bulunmaktaydı. Bu şartlarda başlayan yolculuğun sonunda Paris’e varan heyete yapılan muamele de yolculuktakinden farklı olmadı.

Heyette bulunan Cemil Topuzlu Paris’te kendilerine yapılan muameleyi sonraları şöyle anlatır : "- Göz hapsine alınmış bir halde ve yolda hiç kimse ile görüştürülmeden Paris'e vardık. Fakat Fransızlar heyetimizi Paris’teki büyük istasyonda indirmediler. Gerisin geri gittik. Diğer bir tren yolundan adeta mahfuzen Versay'a vardık. Orada "Hotel de Reservoires" denilen tarihî bir binaya indik. Fransızlar, Alman delegelerini de galiba bu otelde misafir etmişler. İçeriye biz girdikten sonra kapıya süngülü bir asker konuldu. Bu suretle Fransa, misafirperverliğini bizden esirgememiş oldu!.. Lâkin "misafirperverlik" sözü sizi yanıltmasın, otel masraflarını biz ödüyorduk! Ve sıkı bir kordon altına alınmıştık. Değil Paris'e gitmek, hattâ yanımızda bulunan Versay bahçesine bile çıkmamıza müsaade etmiyorlardı!.. Nerede kaldı ki, herhangi bir şahıs ile münasebette bulunalım ve görüşelim!.. Esaret hayatımız ertesi güne kadar devam etti. Fakat artık sabrımız kalmamıştı. Vaziyeti protesto ettik. İrtibat subaylarına: "- Dünya siyaset tarihinde, şimdiye kadar bir delegeye bu tarzda muamele yapıldığı görülmemiştir" dedik. "Biz buraya hapsolunmaya mı geldik, yoksa sulh konferansında bulunmaya mı?.."

Böyle bir muameleye maruz kalan Osmanlı heyeti birkaç gün sonra Versay sarayında kabul edildi. Burada gerçekleşen toplantılarda ise müzakere yoktu. Savaşın kazanan devletleri Osmanlı heyetine belirledikleri antlaşma maddelerini ültimatom şeklinde tebliğ ediyorlardı. Delegelerden biri elinde kağıtlarla Osmanlı heyetine şöyle sesleniyordu : "- Efendiler! Siz harbe sebepsiz girdiniz. Çanakkale'yi yıllarca kapattınız. Savaşın dört sene uzamasına, milyonlarca insanın ölümüne sebebiyet verdiniz!.. Bundan dolayı bugün size teklif etmekte olduğumuz antlaşma şartları çok ağırdır. İçindeki maddeleri asla müzakere ve kat'iyyen münakaşa etmeyeceğiz! Onların bir kelimesini bile değiştirmeyeceğiz!.. Kül halinde ve aynen -birkaç gün içinde tetkik ettikten sonra- kabul eylemenizi istiyoruz!.."

'Devlet ve istiklal mefhumları ile bağdaşmaz'

Osmanlı heyetinin Paris’te karşılaştığı bu tablonun ve yapılan görüşmelerin sonucunda heyetin başkanı Ahmet Tevfik Paşa İstanbul’a şöyle bir telgraf gönderecekti: Antlaşma maddelerinin “Devlet ve istiklal mefhumları ile katiyen kabil-i telif” değildir. Heyet kısa bir süre sonra görüşmelerden çekilerek İstanbul’a döndü.

Osmanlı Devletine masada antlaşmayı kabul ettiremeyen İtilaf devletleri 21 Haziran’da İzmir’de bulunan Yunan kuvvetlerini Ege içlerine sürerek Balıkesir, Bursa, Uşak ve Trakya’yı işgal ettirdi. Yaşanan bu işgallerin ardından Sadrazam Damat Ferit Paşa Yıldız Sarayına birçok devlet adamını davet ederek Saltanat Şurasını topladı.

Saltanat Şûrasında yaşananlar

Damat Ferit Paşa anlaşmanın kabul edilmemesi halinde İstanbul’un Yunanlılar tarafından işgal edileceğini, böylece devletin tamamen çökeceğini, antlaşmanın kabul edilmesi takdirdeyse bazı iyileştirmelerin sağlanabileceği fikrindeydi ve bu fikirlerini Şura’da dile getirdi. Sevr antlaşmasının taslağını eline ilk aldığında ‘keskin bir acı ve ürperti hisseden’ Sultan Vahdettin de toplanan Saltanat Şura’sına katılmıştı. Toplantıya Ayan meclisi üyesi sıfatı ile katılan Ahmet İzzet Paşa toplantı sırasında yaşanan bir anı sonraları hatıratında şöyle tasvir edecekti: Ayan’dan Topçu Rıza Paşa merhum, gür sesiyle itiraza kalkıştıysa da, Sadrazam onu çirkin bir şekilde susturdu ve mecliste düşünce ileri sürülemeyeceği, mesele oya konulacağı zaman kabul edenlerin ayağa kalkması, etmeyenlerin yerinde kalması gerekeceğini kahraman bir eda ile ihtar etti. Bunun üzerine Zât-ı Şahane: “Böyle müzâkere olmaz. Fayda ve zararlarına dair burada bulunanların görüşleri dinlenmelidir” buyurdular."

Sadrazam Tevfik Paşa’nın oğlu İsmail Hakkı Okday ise Sevr’in kabul kararını şöyle anlatmaktadır: “Nihayet Sevr’i kabul edenler ayağa kalksın denildi. Damat Ferid Paşa bu sırada Padişah’ın salonu terk etmesi için işaret verdi. Vahdettin dışarı çıktı, yandaki odaya geçti. Padişah ayağa kalkınca da salondakiler Hünkâr'a bir saygı eseri olarak ayağa kalktılar. Kendisini bu suretle selamladılar. Öyle ki, bu ayağa kalkışın Sevr’in kabulü anlamına mı geldiği, yoksa Padişah’a hürmeten kıyam mı edilmiş olduğu açık olarak belirmedi. Hatta Ayan'dan Topçu Feriki Rıza Paşa, ‘Biz Padişaha hürmeten ayağa kalktık, Sevr’i kabul ettiğimizden değil’ diye haykırarak Damat Ferid’in oyununu açıkça protesto dahi etti.”

Başta Padişah Vahdettin olmak üzere aslında hiç kimsenin kabul etmek istemediği bu antlaşma taslağı işgallerin daha da genişlemesini engellemek için kabul edildi. Şurada alınan bu kararın ardından Sadrazam Damat Ferit Paşa başkanlığında ikinci bir heyet Paris’e gitti ve 10 Ağustos 1920'de Sevr Antlaşması'nı imzaladı.

Meclis onayı da Padişah onayı da yok

İşgaller yoluyla Osmanlı devletini antlaşmaya mecbur eden devletler de dahil olmak üzere hiç kimse bu antlaşmanın yürürlüğe girebileceğine inanmıyordu. Antlaşmanın imzalanmış olması bunun yürürlüğe girdiği anlamına zaten gelmiyordu. Günümüzde olduğu gibi o dönemde de bir antlaşmanın yürürlüğe girmesi için önce parlamentoların ardından da devlet başkanlarının onaylaması gerekiyordu. Nitekim Sevr antlaşması hiçbir zaman onaylanmadı, yürürlüğe girmedi. Osmanlı Mebusan Meclisi kapalı olduğundan meclis gündemine gelmeyen antlaşma Padişahın onayına da sunulmadı. Sultan Vahdetinin de Paris’te atılan imzanın gereğini yerine getirmeyeceğini hem tarihlerde hem de sonradan hatıratında açıkça ortaya koyuyordu: “… O Sevr ki ilk defa elime aldığımda keskin bir acı ve korkulu bir ürperti hissettim… Sevr bana göre ne bir antlaşma ne de bir paktı. Kötülüğün baştan aşağıya ta kendisiydi. Bu belge elime geldiğinde, mecburi ve geçici bir imza taktiğiyle (delegelerin imzasıyla) biraz zaman kazanmaya çalıştım. Eğer işler kötü gider ve bu oyalamayı başaramazsam antlaşmayı imzalamaktansa tahtan feragata kararlıydım.”

Böylece hem Osmanlı meclisinin hem de antlaşmaya imza atan diğer devletlerin meclislerinin görüşmediği ve onaylamadığı Sevr antlaşması ölü doğmuş bir antlaşma olarak tarihteki yerini aldı.

SULTAN VAHDETTİN HAC OLAYI NEDİR, NEDEN HAC YAPMADI?

Son padişah Vahdettin, Mekke'ye gitmesine rağmen neden hac yapmadan İngiliz gemisi ile İtalya'ya döndüğü sorusuna cevap aranıyor.Osmanlı padişahları güvenlik gibi gerekçelerden dolayı hac farizasını yerine getirmemişlerdir.

TBMM ile İngiliz dış işleri heyeti arasında yapılan görüşmeler sonucu Vahdettin’in İngiliz Malaya zırhlısı ile yurdu terk etmesi mecburi tutulmuş. Ali Ulvi Kurucu’nun hatıralarında Şeyhülislam Mustafa Sabri’nin anlattığına göre Vahdettin’le birlikte zırhlıda Mustafa Sabri Efendi, Rıza Tevfik, Yazar Refik Halit Karay’da aileleri ile birlikte varmış.

Önce İskenderiye’ye gelmişler, fakat gemi İskenderiye’ye demir attığında onları acı bir sürpriz bekliyormuş. Türk konsolosunun tertip ettiği ayak takımından bazıları gemiden inmekte olan vahdettin ve yanındakilere yumurta ve domates atmışlar.

İskenderiye’de kaldıktan bir süre sonra padişah ve mahiyetindekiler Hicaz emiri olarak bilinen Şerif Hüseyin’in Mekke ve Medine’ye davet etmesi üzerine Hicaz’a giderler. Şerif Hüseyin padişah ve yanındakileri Cidde’de büyük bir merasimle karşılanır. Şehir halkı padişahı karşılamak için gelmişler ve padişahın geçeceği yerlere kırmızı halı serilmiştir.

Şerif Hüseyin padişahın elini öper, Şeyhülislam Mustafa Sabri’ye sarılır. Padişaha dönerek “Padişahım ben Türk’e, Osmanlı’ya siyan etmedim. Ben zulme karşı isyan ettim. Size de vatanı dar getiren, ayrılmanıza neden olan eşirraya isyan ettim. Onlar da bize Müslüman dünyasını dar getirmişlerdi.”

Vahdettin ve yanındakiler Mekke ve Medine’ye gelerek umre yaparlar. Hac mevsimi daha başlamamış olması ve havalarında iyice ısınmaya başlaması nedeniyle daha serin bir yerleşim yeri olan Taif’e geçilir.

Mustafa Sabri Efendi, İngilizlerin ikinci bir darbe hazırlığında olduğunu öğrenir ve padişahı uyarır. İngilizler, Şerif Hüseyin’i Vahdettin’in desteğini sağlayarak halife ilan edecek, İslam dünyasında yeni bir fitne çıkaracaklardır.

Hac mevsimi yaklaşmaya başlamıştır. Fakat Mustafa Sabri hac farizasını yerine getirmeden çevresindekilere Hicaz’dan ayrılmaları gerektiğini söyler. Padişah Mustafa Sabri Efendi’ye neden ayrılmaları gerektiğini sorduğunda Şeyhülislam, öğrendiklerini anlatır. Vahdettin kendinse karşı düzenlenen bu komplo üzerine “Efendi hazretleri, ben bu gizli kapaklı işlerden, bu dolaplardan bıktım, gidelim diyorsan gidelim” der.

Padişah ve yanındakiler hac görevini yerine getirmeden İtalya’ya doğru kendilerine tahsis edilen bir gemi ile yola çıkarlar.

Yorumlar