Peyambere neden ihtiyaç duyurulur, neden ihtiyaç var kısaca anlatım

Peygamberlere neden ihtiyaç vardır, insanoğlu neden peygamberlere ihtiyaç duyar, semavi dinlerdeki peygamberlik kavramı tam olarak nedir,

Google Haberlere Abone ol
Peyambere neden ihtiyaç duyurulur, neden ihtiyaç

Peyambere neden ihtiyaç duyurulur, neden ihtiyaç var kısaca anlatım, Allah'ın insanlara gönderdiği peygamberlere ihtiyaç duyar, semavi dinlerdeki peygamberlik kavramı tam olarak nedir?

Peygamber, vahiy ve semavi kitaplar hak din olarak kabul semavi dinlerde yer alan birer kavramlardır. 

Tevhid yani Allah'ın varlığı ve birliğine iman eden semavi dinlerde peygamberlik kavramı vardır. Peki, buna neden ihtiyaç duyulur?

Özet:

Başta Hz. Muhammed (S.A.V)'in mesajını ilettiği  İslam dini olmak üzere bütün semavi dinlere göre insanoğlu, tek ve benzersiz olan Allah tarafından yaratıldı. Yaratılan ilk insan ise Hz. Adem'dir. Hz. Adem ilk insan ve ilk peygamber olarak kabul edilir. 

İlk insan ve ilk peygamber Hz. Adem'den Hz. Muhammed'e kadar geçen süre içerisinde Allah, insanoğlu ile doğrudan irtibata geçmek için peygamberlik kavramını aracı olarak kullanmıştır. 

Allah, yer yüzüne gönderdiği insanoğlu ile irtibatını bu peygamberler üzerinden kurmuştur. Temel amaç, insanoğlunun bir imtihan sürecinden geçmesi olduğu için de Allah insanlarla direkt olarak irtibat kurmak yerine bir temsilci aracılığıyla iletişimi seçmiştir. Bu vesileyle Allah'a gerçekten inanan veya inanmayanlar, yani sınavı gerçekten geçenler veya geçemeyenler ayırt edilecek. 

Özetlemek gerekirse; yolunu şaşırmaması için yer yüzündeki en değerli varlık olan insanoğlunun yolunu şaşırmaması, hak yolundan sapmaması veya hak yola sevk edilmesi için bir rehbere her zaman ihtiyaç duyulmuştur. Bu ihtiyacı da yüce yaradan Allah (C.C) her dönemde yerine getirmiştir.

FARKLI KAYNAKLARA GÖRE PEYGAMBERE NEDEN İHTİYAÇ DUYARIZ?

Peygambere neden ihtiyaç var sorusuna İslam alimlerinin verdiği önemli cevaplar vardır. Onlardan biri Sorularlaİslamiyet platformundaki alimler tarafından verilen cevaptır.

İşte o cevap: 

İnsan, irade sahibi bir mahlûk... Dilediği şeyi konuşabiliyor; birkaç heceye mahkûm değil. İstediği yöne gidebiliyor; belli bir mekâna hapsedilmemiş. Ve insan, toplum hayatı süren bir varlık; diğer insanlarla çok yönlü münasebet halinde.

İşte insan, bu irade ve hürriyet nimetiyle birlikte büyük bir imtihana tabi tutulmuş. Cennet ve cehenneme o aday kılınmış.

Yol kavşağına o oturtulmuş. Öte yandan insan, canlısıyla ve cansızıyla, âlemdeki bir çok varlığın karakterlerini adeta bünyesinde toplamış. Taş gibi sert de olabiliyor, pamuk gibi yumuşak da. Kurnazlıkta tilkileri, merhametsizlikte canavarları çok geri bırakabiliyor. Öyle ise, her yöne gidebilen, dilediğini yapabilen, doğru ve yanlış hareket edebilen ve çok farklı ve hatta birbirine zıt şeyler söyleyebilen bu varlık için bir rehber gerekiyor.

Bu yol gösterici, “akıl” olamaz. Çünkü akıl, şu varlık âlemini kimin yarattığını, insandan neler istediğini, hangi işlerden razı olduğunu, ölüm ötesinin hangi beldeye çıktığını ve böyle daha nice soruları cevaplandıracak güçte değil. İşte insan aklının metafizik sahadaki bu acizliği, insana yol gösterecek bir başka rehberi gerekli kılar. Bu rehber ise peygamberdir.

Peygamber, Cenâb-ı Hakk'ın razı olduğu insan modelidir. Taklit edilmesiyle hakikate ve hidayete kavuşulan örnek şahsiyettir. Ve peygamber, ismet sıfatına sahiptir. Yani, ondan, Allah'ın razı olmayacağı hiçbir söz, fiil ve hareket sâdır olmaz. O, bu noktada ilâhî bir murakabe ve rabbanî bir sigorta altındadır. Hem sözleri, hem işleri, hem de hâlleri insanlar için birer hidayet meşalesidir. “Resul” sıfatıyla insanlara sadece hakkı, doğruyu, güzeli emreder ve bunlara “abd” sıfatıyla, en ileri seviyede, kendisi uyar.

Diğer taraftan imtihan, adalet ölçüsüne göre yapılır. Bir öğretmenin, imtihandaki adalet ölçüsü, tatbikatı, uygulamayı ister... Aynen bunun gibi, Allah kullarını imtihan için öğrencilerine tatbikat yaptırması gerekir. Tatbikat ise, öğretici bir muallim ve onun elinde de bir kitap/ders notlarının olmasıyla gerçekleşir. İşte insanlık camiasının hayat okulundaki muallimleri peygamberler, ders notları ise semavî kitaplardır.

“Bir peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz.”(İsra, 17/15)

mealindeki ayet, bu gerçeğe dikkati çekmektedir.

- Ayrıca, şu koca evrenin yaratılmasının elbette bir çok gayesi vardır. Her tarafı hikmetlerle donatılmış evrenin gayesiz, abes, lüzumsuz olduğunu tasavvur etmek için deli olmak lazımdır. Bu gayelerin başında her şeyden önce Allah’ın kendini tanıtması ve kullarından bunu öğrenmelerini istemesidir.

“Cinleri ve insanları beni tanımaları ve bana kulluk etmeleri için yarattım.”(Zariyat, 51/56)

mealindeki ayette bu hakikate işaret edilmiştir. Kulların bu tanıma ve kulluk işini öğrenmesi de muallimsiz ve kitapsız olamaz..

- Allah’ın isim ve sıfatlarını yansıtan, onları ders veren, sonsuz ilim ve kudretini yansıtan, mücessem bir Kur’an olan kâinat kitabıdır. Kâinat kitabının derin manalarını, ince nakışlarını, yüce Yaratıcıyı tanıtan mesajlarını öğrenmek için, onu ders veren bir muallime ihtiyaç vardır. Aksi takdirde, bir kitap ne kadar harika olursa olsun, onun manaları bilinmiyorsa ve onu ders veren bir muallimi de yoksa, onun boş bir tomar kâğıttan farkı yoktur.

Tıpkı bunun gibi, Kâinat kitabını en ince güzellikleriyle ders veren, Yaratıcı ile olan bağlarını anlatan, onun yaratılış gayesini açıklayan Kur’an gibi bir kitap ve Hz. Muhammed (asv) gibi bir muallim olmasaydı, kâinat kitabının bu ince sırları anlaşılabilir miydi? Nitekim, Kur’an’a ve Hz. Muhammed (a.s.m)’e kulak vermeyenler, materyalistçe düşünceleriyle, evreni anlamsız, gayesiz, hedefsiz bir kukla olarak telakki ettikleri gibi, insanları da nereden gelip, nereye gideceği, niçin geldiği ve niçin bir müddet sonra kaybolup gideceği bilinmeyen bir zavallı olarak görürler.

İşte bu yanlış anlayışların düzeltilmesi için bir Kitap ve o kitabın Muallimi gereklidir.

***

Peygamberlere neden ihtiyaç vardır sorusuna cevap verenlerden biri de İlahiyatçı Yazar Faruk Beşer'dir. Faruk Beşer, Yeni Şafak gazetesindeki köşesinde "Peygambere neden ihtiyaç vardır" başlıklı yazısında şöyle demiştir: 

Vahiy farklı varlık alanlarından indirgene indirgene bizim algı alanımıza ulaşır. Allah’tan (cc) Cibril’e, Cibril’den Resulüllah’a (sa), ondan da bütün insanlara. Bu bir indirmeden çok bir indirgeme olmalıdır. Yaşadığımız şartlar gereği biz vahyi Allah’tan doğrudan alamazdık, Cibril’den de alamazdık. Vahiy Resulüllah’ın kalbine indirilip onun telaffuzuyla bizim algı alanımıza ulaşmış oldu. Varlık alanları arasındaki bu dönüşüm ihtiyacı bile peygamber gibi, bir yönüyle beşer ama diğer yönüyle melekle teması olan ontolojik bir dönüştürücüye ihtiyaç duyurur. Elbette Allah isteseydi vahyi her birerlerimize e-posta gibi bir mesajla da gönderirdi. Ama O’nun murat edip yarattığı sistem bu farklı alanlardan ve onların gereklerinden oluşuyor.

Yaratıcının ve yaşatıcının varlığı akılla da bulunabilir demiştik. Bu sebeple filozofların çoğu bir tanrının varlığını zorunlu görürler ama peygambere ulaşamazlar. Bu sebeple yaratıcının mahiyeti ve yarattıklarında tasarrufta bulunma keyfiyeti, kısaca onun koyacağı kurallar yani din ve şeriat akılla bulunamaz. Onun için filozofların tanrısı etkisiz ve işlevsiz bir tanrıdır. O’ndan bir bilgi alınamaz. Kâinatı yaratmış ve bırakmıştır. Bu sebeple filozoflar çoğunlukla deisttirler. Oysa Allah’tan gelen bilgiyi öğrenebilmemiz için O’nun bizi bilgilendirmesine ihtiyacımız vardır. Beşer için olacak bu bilgilendirmeyi hem bir beşer yapmalı ki, bize anlatabilsin hem de bu beşerin bizden sonraki varlık alanıyla teması bulunmalıdır ki, getirdiği bilgi güvenilir olsun. Bu da peygamberin bize olan artısı ve ontolojik farklılık dediğimiz yönüdür.

İşte peygamberlerin görevi budur. Onlar Allah’ın muradını, emir ve yasaklarını insanlara bildiren elçilerdir. Her elçiye kendi zaman ve şartlarına göre farklı bir şeriat verilmiştir ama Allah’ın dininin aslını oluşturan temel esaslar hepsinde aynıdır. İşte peygamberlerin filozoflara ve mütefekkirlere, hatta sair evliyaya üstünlüğü bundandır. Peygamberlerin hepsi birbirlerini teyit ve tasdik ederek gelmişlerdir. Oysa filozoflar en zeki insanlar oldukları halde düşünce sistemlerini çok büyük oranda birbirlerini yanlışlama temeli üzerine kurarlar. Bu sebeple onlardan bir hikmet birikiminden çok, olsa olsa bir hikmet aşkı alınabilir. Bu aşk da maşuka ulaştırmayan platonik bir aşktır. Peygamberlere ise hikmeti doğrudan Allah vermiştir. Burada akılla zekâ arasındaki fark da anlaşılmış olur. Akıl hep hikmete/doğruya ulaştıran melekedir. Bu sebeple peygamberlere zeki insanlar değil de akıllı insanlar demek daha doğru olur. Onlardaki ‘fetanet’ vasfı da sade bir zekâ değil hikmeti bulan akıldır. Ayrıca akıl sahibine kendini büyük göstermez, ama zekâ bunu yapabilir. Onun için bazı filozoflar filozofların, bazı sufiler de evliyanın peygamberlerden üstün olduğunu söylerler. Çünkü, derler; peygamberlere hikmet doğrudan Allah tarafından verilmiştir, oysa filozoflar ya da veliler ulaştıkları makama kendi çabalarıyla gelirler… Onların vardıkları bu sonuç müsellem bir hikmet olmuş olsaydı düşünmeye değerdi, oysa bu bir zandan ibarettir ve ‘zan hakikat adına hiçbir değer ifade etmez’.

İkinci olarak insanın değeri ilimledir. İlim amele zorlayan sağlam bilgidir. ‘Her ilim sahibi kendisinden daha az bilenin üstündedir’. İlmin konusu olan, yani bilinmesi gereken varlıklar sadece duyularla algılanan fizik varlıklar değildir. Bunun ötesindeki varlık alanlarının bundan kıyaslanmayacak kadar çok olduğu akılla da bilinebilir. Bunu bilebilmek için filozoflar metafizikle meşgul olurlar, varlığın aslını bulmaya çalışırlar. Ama oradan edindikleri bilgi konusunda hiçbir ittifakları söz konusu değildir. O halde fizik ötesi alemlerden bize doğru bilgi verecek bir vasıtaya ihtiyacımız vardır. Bu da peygamberlerdir. Onların bu alandan verdikleri bilginin doğru olduğunun en büyük kanıtı, orayla ilgili olarak hepsinin aynı şeyleri söylemiş olmasıdır. Allah, varlık, ezel, ebed, melek, cennet, cehennem, hesap kitap hepsinde birdir.

Bununla beraber peygamberlerin bazıları bazı vasıflarda diğerlerinden üstündür (Bakara 253). Beş tanesi; Nûh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed (sa) en büyük/ulü’l-azm peygamberlerdir. Ancak hepsi Allah’ın elçisi olmaları yönüyle eşittirler ve bu bakımdan aralarında bir fark görmeyiz. (Bakara 285).

Özetlemek gerekirse; yolunu şaşırmaması için yer yüzündeki en değerli varlık olan insanoğlunun yolunu şaşırmaması, hak yolundan sapmaması veya hak yola sevk edilmesi için bir rehbere her zaman ihtiyaç duyulmuştur. Bu ihtiyacı da yüce yaradan Allah (C.C) her dönemde yerine getirmiştir.

Kaynak: Sorularlaİslamiyet / Yeni Şafak


 

Yorumlar