Şam'da Timur'a esir düşen ünlü alim kimdir?

Anadolu'yu işgal girişiminde bulunan Timur'un Şam seferinde kendisine esir düşen alimin kim olduğu merak ediliyor. Timur'un Şam seferi sırasında İbn-i Haldun ile muhabbet ettiği biliniyor. Ancak onu esir alıp almadığı ise bilinmiyor. Timur'un esir aldığı alimlerden biri İbn-i Arabşah'tır. Timur Arabşah'ı yanında Semerkant'a götürmüştü. Yine Timur'un Semerkant'a götürdüğü bir başka alim ise İbn-ül Cezeri'ydi. Ancak İbn-ül Cezeri Şam'da değil Ankara Savaşı sırasında esir düşmüştü. Çünkü Yıldırım Bayezid'in yanında Osmanlı saflarında savaşa katılmıştı. İşte Timur'un Anadolu ve Şam'dan giderken yanında götürdüğü alimler.

Google Haberlere Abone ol
Şam'da Timur'a esir düşen ünlü alim kimdir?

Anadolu'yu işgal girişiminde bulunan Timur'un Şam seferinde kendisine esir düşen alimin kim olduğu merak ediliyor. Timur'un Şam seferi sırasında karşılaştığı ünlü büyük alim İbn-i Haldun'dur. Ancak İbn-i Haldun'u esir aldığı pek söylenemez. Çünkü onunla karşılıklı olarak 4 kez muhabbet etmiştir. Ancak Timur'un işgali altında bulunan topraklarda olduğu için bir nevi esir sayılabilir mi, yoruma açık bir durum. Timur fethettiği bütün bölgelerde alimleri yanına alarak Semerkant'a götürüyordu. Bunlardan biri de İbn-i Arabşah'tı. Timur'un Şam'da esir aldığı söylenebilecek alimlerden biri de İbn-i Arabşah'tır.

İbn-ül Cezeri kimdir?

Timur'un Anadolu istilasından sonra yanında Semerkant'a götürdüğü alimlerden biri de İbn-ül Cezeri'ydi. Timur, İbn-ül Cezeri'yi Ankara Savaşı sırasında esir almıştı. İddia edildiği gibi İbn-ül Cezeri Şam'da değil Ankara'da esir düşmüştür.

Ebû Muhammed Abdurrahman b. Bağdâdî’den on imamın kıraatiyle birlikte İbn Muhaysın, A‘meş ve Hasan-ı Basrî’nin kıraatlerini okudu. Abdülmü’min b. Halef ed-Dimyâtî ve Muhammed b. İshak el-Eberkūhî’nin bazı talebelerinden hadis dinledi. Şâfiî fakihi Abdürrahîm b. Hasan el-İsnevî’den fıkıh dersleri aldı. Daha sora Dımaşk’a dönen İbnü’l-Cezerî, burada Ebû Yûsuf Ahmed b. Hüseyin el-Kefrî’den kırâat-i seb‘aya göre bir hatim indirdi.

774 (1372-73) yılında Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr İsmâil b. Ömer, İbnü’l-Cezerî’ye fetva izni verdi. 778’de (1376) Ziyâeddin Sa‘dullah el-Kazvînî, 785’te (1383) Şeyhülislâm Ömer b. Raslân el-Bulkīnî de ona fetva yetkisi verdi. İbnü’l-Cezerî, Mısır’daki bazı âlimlerden istifade etmesi gerektiğini düşünerek 778 (1376) yılında üçüncü defa Mısır’a gitti (İbnü’l-Cezerî, CâmiǾu’l-esânîd, vr. 69b); Ziyâeddin Sa‘dullah el-Kazvînî gibi hocalardan usul, meânî, beyân dersleri aldı. İskenderiye’de bazı âlimlerden hadis dinledi. Kendisinin belirttiğine göre Kur’an ve kıraat konularında istifade ettiği hocalarının sayısı kırkın üzerindedir.

Mısır’daki tahsilini tamamlayan İbnü’l-Cezerî, Dımaşk’ta Emeviyye Camii’nde Kubbetü’n-nesr’in altında kıraat okutmaya başladı. Onun yıllarca sürdürdüğü bu dersleri Endülüs, Yemen, Hindistan, Rum ve Acem diyarından gelen talebelerin ilgi odağı oldu. Kendisine ayrıca Âdiliyye Medresesi kıraat şeyhliği görevi verildi. Daha sonra Dârü’l-hadîsi’l-Eşrefiyye şeyhliğine getirildi. Ebû Muhammed Abdullah b. Yûsuf İbnü’s-Sellâr’ın 18 Şâban 782’de (17 Kasım 1380) vefatı üzerine Ümmü’s-Sâlih Türbesi kıraat şeyhliği görevini de üstlendi. Dımaşk’ta bir dârü’l-Kur’ân yaptıran İbnü’l-Cezerî’den Dımaşk ve Mısır’da kırâat-i aşere okuyan pek çok talebe arasında oğlu Ebû Bekir Ahmed, Mahmûd b. Hüseyin b. Süleyman eş-Şîrâzî, Ebû Bekir b. Ahmed b. Musabbih el-Hamevî, Necîbüddin Abdullah b. Kutb el-Beyhakī, Ahmed b. Mahmûd b. Ahmed el-Hicâzî ve Mü’min b. Ali b. Muhammed er-Rûmî gibi şahsiyetler yer alır.

Sultan Zâhir Berkuk’un atabegi olan Aytemiş’in üstâdüddârı Emîr Kutlubey’in kendisine bazı idarî görevler vermesi üzerine İbnü’l-Cezerî defalarca Mısır’a gidip geldi. Dımaşk’taki Câmiu’t-tevbe’nin hatipliği göreviyle ilgili olarak İbnü’l-Hüsbânî Şehâbeddin Ahmed b. İsmâil’le aralarında çıkan ihtilâf yıllarca devam etti. Sehâvî, İbnü’l-Cezerî’nin 779’da (1377) “tevkīu’d-dest” (fermanlara tuğra çekme) işiyle de görevlendirildiğini belirtmiştir.

İbnü’l-Cezerî 792 (1390) yılında ikinci defa hacca gitti. Kendisinin kaleme aldığı biyografisinde (Ġāyetü’n-Nihâye, II, 249) 793’te (1391) Dımaşk kadılığına getirildiğini söyler. Ancak diğer kaynaklardaki bilgilere göre nâib-i saltanat Yelboğa’nın (Yulbuga) müdahalesi üzerine Berkuk, eski kadı Şerefeddin Mes‘ûd’un göreve devam etmesini uygun görmüştür (İbnü’l-Fürât, IX, 260-261; ayrıca bk. İbn Kādî Şühbe, I, 379; İbn Hacer, III, 75). Takıyyüddin İbn Kādî Şühbe’nin bir başka vesileyle kaydettiği bilgiden (et-Târîħ, I, 383), bu gelişmenin İbnü’l-Cezerî’nin o günlerde mâruz kaldığı bir yargılama olayı ile ilgili olduğunu düşünmek mümkündür. Buna göre Mansûrî Vakfı yetkilileri, İbnü’l-Cezerî’nin vakıf malını kurallara aykırı olarak kullandığını ileri sürmüş, Mısırlı Mâlikî kadısı da 28 Ramazan 793’te (29 Ağustos 1391) İbnü’l-Cezerî’nin kusurlu olduğuna hükmetmiştir.

Zilkade 795’te (Eylül 1393) Atabeg Aytemiş’le aralarındaki bir dava konusuyla ilgili olarak muhtemelen Mısır’dan Dımaşk’a gelen İbnü’l-Cezerî, Kudüs Salâhiyye Medresesi’nde ders okutmakla görevlendirilmiş ve 797 (1394) yılı başlarına kadar bu görevine devam etmiştir. İbnü’l-Cezerî, başka bir vesile ile Salâhiyye Medresesi’nden söz ederken (Ġāyetü’n-Nihâye, I, 30) bu medresenin Dımaşk’ta olduğunu belirttiğine göre her iki şehirde de aynı adı taşıyan birer medrese bulunduğu anlaşılmaktadır. İbnü’l-Cezerî aynı yıl Kahire’ye gitmiş ve şâban (mayıs-haziran) ayında Dımaşk’ta mal varlığını yönettiği Kutlubeg’le hesap görmek üzere Kudüs üzerinden Dımaşk’a dönmüştür. Bu malî ilişki yüzünden İbnü’l-Cezerî ile Kutlubeg arasında uzun süre devam eden bir anlaşmazlık olmuş, konu aynı yıl Kahire’ye intikal etmiş, yapılan yargılama sonunda Kutlubeg’in İbnü’l-Cezerî’den büyük miktarda alacaklı olduğuna hükmedilmiştir (İbnü’l-Furât, IX, 434; İbn Kādî Şühbe, I, 579; İbn Hacer, III, 287). Bu karar üzerine Mısır’daki mallarına el konan İbnü’l-Cezerî, hem yargılanma biçimini hem de verilen hükmü zulüm olarak nitelendirdi; hizmetinde bulunan İbn Teymiyye adındaki şahısla birlikte 1 Cemâziyelâhir 798’de (12 Mart 1396) Kahire’den kaçarak İskenderiye’ye gitti; buradan da 1 Receb (10 Nisan) günü Antakya’ya ulaştı. İbnü’l-Cezerî, Antakya’da bir müddet kalarak bazı talebelere aşere okuttu; daha sonra Bursa’ya gitti. İbnü’l-Cezerî Bursa’da Yıldırım Bayezid’den büyük ilgi gördü; kendisine yüksek miktarda maaş bağlandı, burada talebe yetiştirmesi sağlandı. Padişahın teklifi üzerine 785 Şevvalinde (Aralık 1383) İstanbul’a yapılan askerî harekâta katıldı; ardından gerçekleşen Niğbolu Savaşı’nda Yıldırım Bayezid’in beraberinde bulundu. Savaştan sonra Bursa’ya giden İbnü’l-Cezerî burada en-Neşr fi’l-ķıraşr adlı eserini yazdı; Ŧayyibetü’n-Neşr’i nazmetti. Bu manzumeyi pek çok talebe ezberleyerek kendisinden aşere okudu. Padişahın oğulları Mehmed, Mustafa ve Mûsâ da onun talebeleri arasında yer aldı.

Ankara Savaşı'nda esir düştü

İbnü’l-Cezerî, yaklaşık yedi yıl sonra meydana gelen Ankara Savaşı’na Yıldırım Bayezid’le birlikte katılarak esir düştü; ancak onun şöhretinden haberdar olan Timur kendisini huzuruna getirterek ona saygı gösterdi ve ikramda bulundu (İbn Hacer, V, 64); ardından ülkesine götürüp Keş’te inşa ettirdiği medresede görevlendirdi. Çok arzu etmesine rağmen Mâverâünnehir’den ayrılamayan İbnü’l-Cezerî, 17 Şâban 807’de (18 Şubat 1405) Timur’un vefatından sonra onun torunu Sultan Halîl’den izin alarak 7 Zilhicce 807’de (6 Haziran 1405) Semerkant’tan ayrıldı. Uğradığı Buhara’da gördüğü ilgi üzerine bir müddet burada kalıp ders verdi. 27 Safer 808’de (24 Ağustos 1405) Buhara’dan Herat’a ulaştığında Sultan Mirza Şâhruh kendisini şehrin dışında karşıladı. Burada da bir müddet Śaĥîĥ-i Buħârî’yi ve Begavî’nin Meśâbîĥu’s-sünne adlı eserini okuttu. Ardından Yezd’e, oradan İsfahan’a geçti; her iki yerde de bir müddet ikamet edip aşere dersi verdi. Ramazan 808’de (Mart 1406) Şîraz’a ulaştı. Sultan Pîr Muhammed onu burada alıkoydu, pek çok talebe kendisinden kıraat okudu. Daha sonra sultan tarafından kadı olarak tayin edildi. İbnü’l-Cezerî, başta Şîraz’da kalmayı arzu etmemesine rağmen daha sonra burayı benimsedi; Dımaşk’taki gibi bir dârü’l-Kur’ân yaptırdı.

Üçüncü defa haccetmek için 822 (1419) yılında yola çıkan İbnü’l-Cezerî, Basra-Mekke arasında bir belde olan Uneyze yakınlarında bedevî Araplar’ın saldırısına uğrayarak soyuldu, canını zor kurtarıp Uneyze’ye sığındı. Burada ed-Dürre manzum eserini yazdı. O yıl hacca yetişemedi; bir müddet Yenbu‘da ikamet ettikten sonra Rebîülevvel 823’te (Mart-Nisan 1420) Medine’ye, aynı yıl 1 Receb’de (12 Temmuz) Mekke’ye ulaştı.

İbn-i Arabşah Kimdir? 

Ebü’l-Abbâs Şihâbüddîn Ahmed b. Muhammed b. Abdillâh b. İbrâhîm b. Arabşâh el-Ensârî ed-Dımaşkī el-Hanefî (ö. 854/1450)

Tarihçi, edip ve şair. 25 Zilkade 791’de (15 Kasım 1389) Dımaşk’ta doğdu. Henüz çocuk yaşlarında ayrıldığı ülkesine yıllar sonra bir yabancı gibi döndüğü için “Acemî”, Çelebi Sultan Mehmed zamanında Edirne’de Osmanlı Devleti’nin hizmetinde bulunduğundan dolayı “Rûmî” nisbeleriyle de anılır. Timur, Yakındoğu seferinde zaptettiği şehirlerin âlim ve sanatkârlarını devlet merkezi Semerkant’ta toplarken İbn Arabşah’ı da ailesiyle birlikte oraya gönderdi (802/1400). Timur’un uyguladığı bu politika sayesinde dönemin önemli bir kültür merkezi özelliği kazanan Semerkant’a on iki yaşında giden İbn Arabşah Türkçe ve Farsça öğrendiği gibi devrin en meşhur ulemâsı çevresinde yetişme imkânı buldu. Seyyid Şerîf el-Cürcânî’den tecvid, onun talebesi Mevlânâ Hacı’dan sarf ve nahiv, Şemseddin İbnü’l-Cezerî’den hadis ve kıraat dersleri aldı. Daha sonra Türkistan’ın önemli merkezlerindeki medreselerde öğrenim görmek arzusuyla seyahate çıkarak Moğolistan’a ve Çin sınırına kadar gitti. Bu yolculuğu esnasında Hoca Abdülevvel, onun amcazadesi Hoca İsâmüddin, Ahmed Tirmizî, Ahmed Kasîr, Vâiz Hüsâmeddin, Muhammed el-Buhârî ve Şeyhü’l-Uryân el-Edhemî, Şeyh Burhâneddin Endügânî (Endicânî), Celâleddin es-Seyrâmî, Mevlânâ Hacı gibi tanınmış kimselerle birlikte olma ve dolayısıyla onlardan ilim ve dil öğrenme fırsatı elde etti. Daha sonra Hârizm’e dönen İbn Arabşah burada Mevlânâ Nûrullah, Vâiz Ahmed ve Serâî b. Şemsüleimme’nin talebesi oldu. Böylece Türkçe ve Farsça yanında Moğolca’yı da öğrendi. Ardından devrin bir başka ilim merkezi olan Altın Orda Hanlığı’nın merkezi Saray’a ve Astarhan şehrine gitti. Saray’da bulunduğu sırada Hâfızüddin el-Bezzâzî’den fıkıh dersleri aldı. Burada dört yıl kaldıktan sonra Kırım’a geçerek ulemâdan Ahmed Buyruk, Mevlânâ Şerefeddin, Mevlânâ Mahmûd el-Bulgarî, edip ve şair Abdülmecid Kırîmî ile görüştü.

815’te (1412) Karadeniz yoluyla Edirne’ye giden İbn Arabşah, bir süre sonra Çelebi Sultan Mehmed’in sır kâtibi ve şehzadelerinin hocası oldu. Bu arada Dîvân-ı Hümâyun’da görevlendirilerek Çelebi Mehmed’in emriyle Arapça ve Farsça’dan tercümeler yaptı. Edirne’de bulunduğu sırada Molla Fenârî, Burhâneddin Haydere el-Hâfî eş-Şîrâzî gibi âlimlerle tanıştı ve onlardan ders aldı. Çelebi Sultan Mehmed’in ölümü üzerine Edirne’den ayrıldı, Halep üzerinden Dımaşk’a gitti (Rebîülâhir 825/Nisan 1422). Ancak yirmi yıldan fazla ayrı kaldığı memleketinde bir yabancı gibi karşılandı. Dımaşk’ta bulunduğu sırada bir mescid odasında kalan İbn Arabşah eserlerinin çoğunu bu sırada yazdı. 831’de (1428) Ebû Abdullah Muhammed el-Buhârî’den hadis, fıkıh, usul ve meânî dersleri aldı. Bir yıl sonra hacca gitti. 841 (1438) yılına kadar Dımaşk’ta kaldıktan sonra Mısır’a giderek Kahire’ye yerleşti. Burada dönemin âlim ve şairleriyle yakınlık kurdu. Felsefe ile meşgul oldu. Yakın dostu olan ünlü tarihçi İbn Tağrîberdî ile sık sık görüştü, yazdığı mensur ve manzum yazılarını kendisine okudu. Dönemin Memlük sultanı el-Melikü’z-Zâhir Seyfeddin Çakmak’ın yakın adamlarından biri oldu ve onun adına birkaç kitap yazdı. Zamanın şairlerini ve ulemâsını hicvedince iftiraya uğradı ve sultanın emriyle hapse atıldı. Bu haksızlığı hazmedemeyen İbn Arabşah beş gün kaldığı hapishaneden çıkarıldıktan on iki gün sonra 15 Receb 854 (24 Ağustos 1450) tarihinde vefat etti.

İbn Arabşah’ın iki oğlu olmuştur. Bunlardan biri mensur bir eser bırakan Tâceddin Abdülvehhâb, diğeri ise Nablus hâkimi İbrâhim’in Şam’daki valiliği sırasında yaptığı haksızlıkları konu alan Îżâĥu’ž-žulm adlı eserin müellifi Hasan’dır.

İbn-i Haldun Kimdir?

Mısır’a yerleştiği 52 yaşına kadar hayatı oldukça hareketli geçen İbn Haldun, 1383 yılında yerleştiği Kahire’de hayatının sonuna kadar tam 24 yıl yaşamış ve burada da vefat etmiştir. Mısır’da bulunduğu dönemde Memlük Sultanı Berkuk ve Sultan Berkuk’un büyük oğlu Ferec ile yakın ilişki içerisinde bulunan İbn Haldun, 1400 yılında Emir Timur’un Dimeşk’e yapacağı saldırıyı durdurmak için yola çıkan Sultan Ferec’in başında olduğu orduda, bizzat sultanın yanında yer alarak Mısır’dan Dimeşk’e gitmişti. İbn Haldun’un kendi otobiyografisi olan et-Ta'rîf bu olaylarla alakalı ayrıntıları bize tüm detaylarıyla sunar.

İbn Haldun et-Ta'rîf’inde Timur’un kendisini çağırma haberini gece yarısı aldığını, başına bir bela gelmesinden ürktüğünü ifade eder. O da gizlice çıkmak sûretiyle kaleden ayrılır ve kendisini bir binitle bekleyen Timur’un Şahmelik adındaki nâibi ile buluşarak Emirin bulunduğu çadıra yönelir.

İbn Haldun Timur’la tam dört görüşme yapar. Bunların içeriğini de otobiyografisi olan et-Ta'rîf’te tüm detaylarıyla nakleder. İbn Haldun’un Timur’la ilk buluşması hayli ilginçtir. Timur’un çadırına vardıklarında İbn Haldun, Timur’un kaldığı yerin yanındaki bir çadırda bekletilir. Kendisi Timur’un huzuruna girmek için çağırıldığında ise Mağribli Mâlikî yargıç şeklinde tanıtılır. Timur bu esnada İbn Haldun’un tasvir ettiği şekliyle dirseklerine dayanmış bir halde oturmaktadır. Huzuruna girince başını kaldıran Timur’la yüz yüze gelen İbn Haldun, Timur’un elini öpmesinin ardından işaret etmesi üzerine oturur. Tabi İbn Haldun Arapça, Timur da kuvvetle muhtemel Çağatayca konuşuyor olmasından dolayı aradaki irtibat Hanefî fukahasından Abdülcebbâr bin en-Nu’man vasıtasıyla sağlanır. Mütercim, Emir Timur’un yanıbaşına oturur ve onun vasıtasıyla ilk sorusunu yöneltir: “Mağrib’in neresinden ve niçin geldin?”

Bulunduğu yerden hac etmek için Mısır’a deniz yoluyla geldiğini ve o sırada tahta Berkuk’un geçmesi dolayısıyla yapılan kutlamalardan bahseden İbn Haldun, Berkuk’un kendisine nasıl davrandığını soran Timur’a, karşısında övgüyle bahseder ve gıyabında dua eder. Mısır’da bulunurken yaptığı yargıçlığı ve çocuklarının nerede oldukları konusunda da sorular soran Timur, sonrasında ilginç bir biçimde Kuzey Afrika coğrafyasıyla alakalı İbn Haldun’dan iştahla bilgi ister. Sırayla Tanca’nın, Sebte’nin, Fas’ın, Sicilmâse’nin nerede kaldığı ve nasıl şehirler olduğu hakkında bilgi alan Timur, sonunda verilen bu bilgilerin kendisini ikna etmediğini söyler ve İbn Haldun’dan tüm detaylarıyla Mağrib diyarını, sanki oraları görüyormuş gibi yazmasını ister. Timur ile ilk görüşmesi bu şekilde biten İbn Haldun, oradan ayrılır.

İbn Haldun, Timur’un kendisinden istediği bilgiyi 12 yaprağı bulan bir eserle ona sunar. Bu arada Timur’dan yaşanılan kimi olaylar dolayısıyla hâlâ çekinmeye devam eden İbn Haldun, et-Ta'rîf’te Timur’un zuhuruna ilişkin ilginç bilgiler verir. Timur’la buluştuğu 1400 yılından tam 40 yıl önceye ait bir hatırasını paylaşan İbn Haldun, 1360 yılında Fas’ta Karaviyyîn Camii’nde ilm-i felek ile ilgilenen mahir bir kişiyle görüştüğünü, onun kendisine kuzeydoğu tarafından göçebe halkından büyük bir isyancı çıkacağını, devletleri altüst edip, dünyanın pek çok yerini istila edeceğini söylediğini nakleder. İbn Haldun buna benzer diğer örneklerle de daha o zamandan Timur’un geleceğine işaret edildiğini izah eder.

İbn Haldun, kendi tabiriyle içinde bulunduğu korku dolayısıyla Emir Timur’la yapacağı ikinci görüşmesinde Timur’un tepkisini çekmeyecek bir konuşma yapmak için özen göstermeye karar verir. Sözlerine 40 yıldır kendisiyle görüşmeyi beklediğini söylerek başlayan İbn Haldun, tercüman Abdülcebbâr bin en-Nu’man’ın araya girerek bunun sebebini sormasıyla uzunca bir izahatta bulunur. İbn Haldun, Emir Timur’un neden bu kadar güçlü olduğunu kendisine meşhur asabiyet teorisi ile izah eder. Tarihle alakalı sohbet ile Timur’la olan ikinci görüşmesi de biten İbn Haldun, sonrasında Timur’un Dimeşk’i ele geçirmek için harekete geçişini anlatır. Timur tarafından yapılan dehşetli yıkımı İbn Haldun tüm detaylarıyla aktarır. Dimeşk’te büyük bir yıkım yapan Timur; buna göre kurduğu mancınıklarla Şam Kalesi’ni şiddetli bir şekilde dövdürerek kimi yerlerini yıkmış, şehre girdikten sonra da yağma ettirmişti. Bütün bu yaşananlara şahit olan İbn Haldun; Timur’un, soyguncular olarak tavsif ettiği askerlerini serbest bıraktığını ve bunların da korkunç bir yağma yaptığını söyler. Öyle ki, çalabildiklerini çalmışlar, geriye kalan işe yaramayacak malları ise ateşe vermişlerdi. Yakılan ateş öyle büyüktü ki bu ateş daha sonra Ulucami’ye sıçramış ve İbn Haldun’un “çok iğrenç bir durumdu” olarak ifade ettiği gibi olay çok vahimdi zira yükselen ateşten cami de nasibini almıştı.

İbn Haldun, Timur’la üçüncü görüşmesinden önce kendisine verilen bir tavsiye sebebiyle hediye almaya karar verir. Timur’un huzuruna çıktığında ona sunmak üzere hediyeler alan İbn Haldun, metinde, aldığı hediyeler hakkında da detaylar verir. Buna göre o; çok güzel bir Kur’ân-ı Kerîm, güzel bir seccade, Bûsîrî’nin meşhur Kasîdetü’l-bürde adlı eserinin bir nüshası ile Mısır’ın meşhur tatlılarından dört kutu alır. İbn Haldun Timur’un huzuruna varınca Timur ayağa kalkar ve sağ yanına oturmasını işaret eder. İbn Haldun sonrasında sırayla hediyelerini takdim eder. Timur, Kur’ân-ı Kerîm’i görünce ayağa kalkar ve başının üstüne koyarak saygısını belirtir. Hediye olarak kabul ettiği Kasîdetü’l-bürde’nin hem kendisi hem de şairi ile alakalı da İbn Haldun’dan bilgi isteyen Timur, sonrasında seccadeyi de eline alır ve öper. Geriye kalan tatlılarla alakalı da hoşnutluğunu belirtir ve onun meclisindeki kişilere dağıtır. İbn Haldun bu görüşmesinde artık iyice gönlünü kazandığını düşündüğü Timur’dan kimileri için eman diler.

Artık Timur’un Dimeşk’te yapacakları bitmiş, büyük rakibi Yıldırım Bayezid ile karşıya gelmek amacıyla ordusuyla kuzeye manevra yapma zamanı gelmişti. Dimeşk’ten ayrılmadan muhtemelen İbn Haldun’a belli bir meblağ ödül vermek isteyen Timur, bunu da çok zekice yapar ve İbn Haldun’dan katırını satın almak istediğini söyler. İbn Haldun her ne kadar “kendisi gibi birinin Timur gibi bir Emire satış yapamayacağını” söylese de, satış gerçekleşmiştir.

İbn Haldun’un Timur’la yaptığı son konuşmada ise Timur kendisine Mısır’a dönüp dönmeyeceğini sorar ve ona Mısır’a gitmesi için izin verir. Oğluna İbn Haldun ile alakalı öğütler veren Timur, sonrasında vedalaşarak ondan ayrılır. Böylece İbn Haldun, Sultan Ferec’in ordusuyla geldiği Dimeşk’e veda eder ve Mısır’a gitmek üzere yola koyulur. Mısır’da öldüğüne dair haberler yayılan İbn Haldun’un şehre gelişi bir sürpriz olmuştur. Dimeşk’ın da düşmesiyle Memlükler Timur’la bir barış yapmak amacıyla Timur’a elçi göndermişlerdi fakat bu elçi Dimeşk’ten ancak İbn Haldun’un Mısır’a varmasından sonra dönebildiği için, Mısır’ halkı İbn Haldun’un yaşayıp yaşamadığına dair bir malumata ulaşamamıştı. Mısır’a dönen elçi yanında Timur’un kendisine İbn Haldun’un katırının bedeli olarak gönderdiği meblağı da getirmişti. Memlük elçisi Timur’un bu parayı İbn Haldun’a borçlu olmaktan kurtulmak maksadıyla gönderdiğini söylemiş, İbn Haldun da dönemin Memlük Sultanı Ferec’in müsaadesiyle bu meblağı kabul etmişti.

İbn Haldun’un Emir Timur ile buluşması şüphesiz İslam tarihinin en ilginç anekdotlarından biri. Timur hakkında objektif sayılabilecek yorumlarda bulunan İbn Haldun, kabul etmek gerekir ki kendisinin gücünden de etkilenmişti. Zira İbn Haldun, daha sonra Mağrib sultanına Timur ile alakalı bir mektup göndermiş ve burada Timur’un kavminin sayılamayacak kadar çok olduğundan ve eğer yeryüzünde çadır kurarlarsa bütün alanı dolduracaklarından bahsetmiştir.

TİMUR'UN ŞAM SEFERİ

400 Ekim’inde Şam’ı alan Timur, ilk Emevî halifesi Muaviye’nin oğlu olan ve Hazreti Muhammed’in torunu Hazreti Hüseyin ile yakınlarının Kerbelâ’da şehid edilmesine sebebiyet veren Yezid’in Şam’daki Emevî Camii’nin yakınında bulunan Bâbü’s-sagîr Mezarlığı’ndaki kabrini açtırmış ve Yezid’in kemiklerini yaktırmıştı. Bu sırada bu yıkımve yoketme işindenMuaviye’ninmezarı da nasibini almış ve ortadan kaldırılmıştı. O dönemtarihçilerinin yazdıklarına göre, 1400 yılının sonbaharında önce Halep ile Humus’a, ardından da Şam’a giren Timur, Şam’da üzerlerine dermeçatma kulübelerin yapılmış olduğu bazımezarlar gördü. Kime ait olduklarını sorunca “Sahabe”nin yani HazretiMuhammed’in yanında bulunmuş bazı kişilerin mezarları olduğunu öğrendi. Ama bumütevazimezarların hemen ilerisinde, Emevî Camii’nin yakınında bulunan kubbeli ve son derece gösterişli birmezarın da Muaviye’nin oğlu Yezid’e ait olduğunu öğrenince hiddetlendi ve “Sahabemezarlarının üzerine kulübeler kondurmuş, peygamber efendimizin torununu katletmiş bu adama da saray gibimezar yapmışsınız” diyerek Yezid’in türbesinin derhal yıkılmasını, toprağının elli arşın kazılarak Kızıldeniz’e dökülmesini buyurdu ve askerinden binlercesini getirerek Yezid’inmezarının üzerine işetti! 

Timur’un bu hareketi, sonraki asırlarda başkamezarların ortadan kaldırılmaları konusunda tambir örnek teşkil edecek ve bu arada Muaviye ile Yezid’in kaybolan mezarlarının yerlerinin bulunduğu yolunda ortaya yeni iddialar atılacaktı. Şam’ın en eski mezarlığı olan ve tarihi İslâm’ın ilk senelerine kadar uzanan Bâbü’s-sagîr’de şimdi her 20-25 senede birMuaviye ile Yezid’e ait oldukları ileri sürülenmezarların bulunduğu söyleniyor, bu mezarlar Şiiler tarafında tahrip ediliyor ve bunları birkaç sene sonra başkamezar iddiaları takip ediyor. Bâbü’s-sagîr’de 1990’larda ortaya çıkartıldığı veMuaviye’ye ait olduğu iddia edilen son mezarın başında ise, tahripten korunması için şimdi askerler nöbet tutuyorlar... Velhasıl, Adolf Hitler’in babasınınmezarını unutturmak isteyen Leondinger belediyesinin, Timur’un bu “mezar operasyonu”ndan öğreneceği çok şeyler var!

TİMUR'UN MEZARINI AÇIP KAFATASINI ETİKETLENDİRDİLER

Muaviye’nin oğlu Yezid’in Şam’daki mezarını ortadan kaldıran Timur’un kabri de beş asır sonra açılmış, kemikleri çıkartılıp Moskova’ya götürülmüş ve geriye seneler sonra dönebilmişlerdi... Başşehri Semerkand’da 1405’te ölen Timur, orada “Gûr-ı Emîr” ismi verilen muhteşemtürbeye defnedildi.Mezarı eski Türk geleneklerine uyularak “zîr-i zemîn” denen şekilde yapıldı, yani cenaze zemin seviyesinin altına gömüldü ve türbede mezarın tam üzerine gelen yere de yeşimden somaki mermer bir taş kondu. Mezarın başına, iki defa bazı işler geldi. Timur’a hayran olan İran hükümdarı Nadir Şah, 1740’tamezartaşını çaldırdı ama taş İran’a götürülürken kırılıp iki parçaya ayrıldı ve kendi başına bir iş gelmesinden korkan Nadir Şah taşı geri gönderip yerine koydurdu. Aradan asırlar geçti ve bu defa 1941’de bir başkası Timur’un mezarını açmaya heveslendi: Sovyet diktatörü Josef Stalin... Stalin, Semerkand’a Mihail Gerasimov adındaki arkeoloğun başkanlığında bir heyet gönderdi ve heyete Timur’un mezarını açmalarını, kemikleri üzerinde çalışarak hükümdarın fiziksel özelliklerini ortaya çıkartmalarını emretti. Gerasimov ve yanındaki uzmanlar, Semerkand’da Özbekler’in protestoları ile karşılandılar. Şehrin yaşlıları asırlardır söylenen bir efsaneyi tekrar ediyor ve Timur’un mezarının açılması halinde ülkenin başına bir felâket geleceğini söylüyorlardı. 

MEZAR KİTABESİNDEKİ LÂNET 

Hükümdarın mezar taşındaki kitabede de zaten “Kimki mezarına saygısızlık eder, Allah’ın lânetinden kurtulamaz” deniyordu. Askerler göstericileri türbeden uzaklaştırdılar ve Gerasimov 19 Haziran 1941’de Timur’unmezarını açarak kemiklerini çıkardı ama tamüç gün sonra, 22 Haziran’da Nazi Almanyası Sovyetler Birliği’ne savaş ilân edip işgale başladı. Semerkand’dan çıkarttığı kemikleri Moskova’ya götüren Gerasimov bunların üzerinde uzun zaman çalıştı. Timur’un boyunun 1.73 olduğunu ve takılan “aksak” lâkabının doğru olduğunu, zira hükümdarın kalça kemiğindeki bir incinmeden dolayı her zaman topalladığını ortaya çıkardı. Kemikler üzerinde yapılan “etlendirme” tekniğini ilk uygulayanlardan olan Gerasimov, Timur’un kafatasını inceden inceye ölçerek yüzünün çok benzer bir de kalıbını çıkardı ve bunu büst haline getirdi. Timur’un Moskova’ya taşınan kemikleri ise seneler sonra yine Stalin’in emriyle Semerkand’a geri götürülüp çıkartıldığı mezara tekrar defnedildi. Ama, Timur’un söylenen lâneti yerine gelecek ve Sovyetler Birliği savaş sırasında 20milyon insanını kaybedecekti...

YEZİD'İN MEZARINI AÇTIRAN TİMUR CESEDİ YAKTIRMIŞ VE ORDUSUNU ÜSTÜNE İŞETMİŞTİ

En başta Edirneli Oruç Bey olmak üzere, eski devir tarihçileri, Timur’un 1400 yılı Ekim’inde Şam’ı almasından hemen sonra Yezid’in mezarına yaptıklarını uzun uzun anlatırlar... Evliya Çelebi ise, meşhur “Seyahatnâme”sinin dokuzuncu cildinde korku filmini andıran ama rengârenk sahneler nakleder ve Timur’un sadece mezarı tahrip etmekle kalmadığını, Yezid’e saygı gösteren binlerce kişiyi de yaktırdığını anlatır. Aşağıda, Evliya Çelebi’nin bu konuda yazdıklarının bir bölümünü günümüzün Türkçesi’ne naklederek veriyorum: “...Timur, Şam’ı aldıktan sonra Emevî Camii’ne gelip Yezid’in yolundan gidenlere ‘Burayı taht merkezi yapmaya karar verdim ama yapayalnızım. Beni evlendirin. El sürülmemiş öyle güzel bir kız bulun ki, cihanda bir benzeri olmasın’ dedi. 

40 GÜN 40 GECE 

ezid’in yolundan gidenlerin şeyhi ‘Padişahım, şayet cariyen olmasına tenezzül buyurursan benim kızımı al!’ diye öne çıktı, Timur kabul edip kırk gün kırk gece düğün yaptı. Öyle bir şenlik oldu ki, koskoca Şam’da tek bir çadır daha kuracak yer kalmadı. Timur, kırk birinci gün, Yezid’in yolundan gidenlerin bütün şeyhlerini huzuruna davet edip genç karısı ile Emevî Camii’nin yakınında gerdeğe girmek istediğini söyledi. Yezid’in şeyhleri hemen ‘Olmaaaz! Bu kadar kalabalık içerisinde Züleyhâ gibi güzel olan o kızın avret yerini keşfetmeye kalkarsanız şeyhimizin namusu incinir’ dediler. Bu sözü işiten Timur ‘Bre mel’unlar’ diye haykırdı. ‘Hazret-i Peygamber’in mübarek soyundan gelen İmam Hüseyin’i Kerbelâ’da şehid edip mübarek başını şehir şehir dolaştıran, evlâdını susuzluktan helâk eden, soyundan gelenleri ordaburda teşhir eden siz değil misiniz? Bunları yapmaya utanmadınız da şimdi şu mel’un herifin nikâhlayıp aldığım kızı ile kapalı bir yerde gerdeğe girmemden mi utanıyorsunuz? Bre sizin ırzınız nedir? Söyleyin bana, sizi ne şekilde katledeyim?’ 

HAYDİ KÜLLER HAVAYA 

Askerine emretti, her taraftan odun getirtip Yezid’in yolundan gidenleri Nemrud ateşi içerisinde bıraktı. Sonra gidip Yezid’in kabrini açtırdı. Cesedin hâlâ bozulmadığını gören bazı askerlerinin ‘Sultanım, bu Yezid ne de olsa sahabedendir; affeyle!’ demelerine daha da hiddetlendi, bir ateş daha yaktırdı, Yezid’in cesediyle beraber 13 kişiyi orada ateşe attı ve Yezid’in küllerini havaya savurttu. Bu iş de bitince bütün askerini çağırıp mezarın üzerine işetti.”

Yorumlar

Fatma ozcan Sorunun cevabi: Ibn-i Cezeri
Fatma ozcan Sorunun cevabi: Ibn-i Cezeri
Fatma ozcan Sorunun cevabi: Ibn-i Cezeri
Fatma ozcan Sorunun cevabi: Ibn-i Cezeri
Gjdk Hangi ara duydunuz hangi ara yazdınız hayret. Tv ye çıkalı 5 dk olmadi hemen siteyi açmışlar