ANALİZ - Suud için Vehhâbîlik’ten dönüş mümkün mü?

- Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman'ın benimsediği reform söyleminin, iç dinamiklerden ziyade 11 Eylül sonrasında İslâm dünyasına yönelik neo-oryantalistik projeler çerçevesinde dayatıldığı dikkate alınmalı - Bin Selman'ın, Suud’un radikal-entegrist Vehhabilik ile özdeşleşen dinî devlet görüntüsü yerine, “sa‘vede-suudlulaştırma” politikası ile Suudiliğe indirgenmiş bir ulus devlet oluşturma yaklaşımı sergilediğini söylemek gerekir - "Ilımlı İslâm” açılımına dair dini adımlar, Râbıta başkanı öncülüğünde atılıyor. Nitekim bin Selman'ın Mısır, İngiltere, ABD ve Fransa ziyaretlerindeki Yahudi-Hıristiyan dinî liderlerle görüşmesinde yanında Muhammed el-Îsâ bulunuyordu - MBS’nin Amerika ziyaretinde belki de en dikkat çekici açıklaması Washington Post, Times ve The Atlantic gibi prestijli medya organlarına yaptığı Vehhâbîlik’ten dönüşe dair “Amerika istediği için Vehhâbîliği dünyaya yaydık” şeklinde, aslında Ekim 2017’de yaptığı “ılımlı İslâm”a dönüş ile örtüşen açıklaması oldu - Yıllarca petrol gelirinin büyük bir kısmını Vehhâbîliği dünyaya yaymak için harcayan Suudi Arabistan, Vehhâbîlik’ten dönebilir mi? Yapsa bile “tepeden inmeci” bu politikanın, nesiller boyu vehhabî-selefî kimliği ile yoğrulmuş Suud halkı nezdindeki muhtemel etkisi-yankısı ne olabilir?

Google Haberlere Abone ol
ANALİZ - Suud için Vehhâbîlik’ten dönüş mümkün mü?

İSTANBUL (AA) - ÖZCAN HIDIR - Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed b. Selman’ın (MBS) kısa süren Mısır, İngiltere ve Fransa ziyaretleri bir yana, 18 gün süren ve iyi bir PR çalışmasının ürünü olan ABD ziyaretinde gerek hemen her kesimden önde gelen kişi ve kurumlarla görüşmeler, gerekse bir kısmı Türk medyasına da yansıyan dikkat çekici açıklamaları çokça tartışıldı. Özelde Suud genelde ise bütün İslâm dünyasında “dramatik” değişim-dönüşümleri haiz olması sebebiyle, onun bu açıklamaları, bundan sonra da çokça konuşulup üzerinde analizler yapılacak. Trump’ın Suriye’ye muhtemel müdahalesi konusunun da MBS’nin ziyaretinde görüşülmüş olabileceği yönünde değerlendirmeler mevcut.

Nitekim MBS’nin değişim-dönüşüme dair açıklamaları Amerika ve Batı’daki bazı analizlerde, bir yandan “Suud’da değişimi getirip dünyaya açacak”, “Suud kadınını güçlendirecek” ve “Suud tarihini yeniden yazacak” türü ifadelerle alkışlanırken, diğer yandan da “sınırları zorlayan” yönüne, “dramatik” olma vasfına vurgu yapılmaktadır. Onun özellikle İran rejimini hedef alan açıklamalarının İran tarafından sert bir dille eleştirilmiş olduğu da belirtilmelidir. Ancak ne gariptir ki, hemen her fırsatta “insan hakları” retoriği ile Türkiye’ye eleştiri getiren ABD ve Batılı karar vericiler, Suud’a ve MBS’ye yönelik hemen hiç eleştiri getirmediler. Bernie Sanders, Mike Lee gibi etkili senatörler ve Los Angeles Valisi Eric Garcetti’nin “insan hakları”na yönelik eleştirileri ile ABD iş dünyasının bazı liderlerinden MBS’nin öncülüğünde Suud’un reform vaatlerine dair şüpheci tutumları bazı cılız eleştiriler olarak kaydedilebilir.

Kral olması durumunda -ki kuvvetle muhtemeldir- MBS’nin, jeopolitik ve teo-politik anlamda önemli ve üstelik “Mekke-Medine’nin (Haremeyn)” bulunduğu bir coğrafyaya hükmedecek olması, bu ziyaret ve açıklamaların önemini tabiatıyla arttırıyor. Dolayısıyla MBS’nin sözleri, Suud’un çok ötesine geçen yönleri, çağrışımları ve politikaları haizdir. Bu itibarla “Suud sadece Suud’dan, MBS de sadece MBS’den ibaret değildir” tespiti ışığında MBS ile Suud’un nereye koştuğu sorusuna verilecek cevaplar, yeni dönemde Suud ve Ortadoğu politiği ve teo-politiğini anlamada çok daha anlamlı hale gelmiştir. Bu meyanda şunu vurgulamak gerekir ki, Ortadoğu’daki -aslında bütün dünyadaki- olayları, politikaları anlamada inter-disipliner/multi-disipliner bakışla “teo-politik bakış” Türkiye’de artık akademyanın gündemine girmelidir.

- MBS’nin ziyaretlerinin teo-ekonomi-politiği

Mısır ziyareti bir yana, MBS’nin İngiltere, Fransa ve geçen hafta sonu Teksas’ta eski başkanlardan baba-oğul Bush görüşmesi ile sona eren -ki ardından Fransa’ya gitti- ABD ziyareti ekonomik ve teo-politik açıdan önemli mesajlar içeriyordu. Devlet erkânı dışında, “sinema endüstrisi”, “uzay yolculuğu”, “bilim-teknoloji transferi”, “dünya çapında sanatçıların katılacağı konserler”, “caz festivalleri” ve “sinema-tiyatro salonları” açılması gibi hususlarda anlaşmalar imzaladığı Harvard, MIT, Hollywood, Silikon Vadisi, Amazon, Apple, Microsoft, Walt Disney, Boeing, Virgin Galactic, Lockheed Martin (THAAD adlı balistik füze üreticisi) ve bazı Yahudi-Hıristiyan kurumları –ki Müslümanlardan hiçbir kurumun ziyaret edilmemesi dikkat çekti- içeren temaslarına ilave olarak, Sir Richard Branson, Bill Gates, Tim Cook, Elon Musk, Oprah Winfrey, Michael Douglas, Morgan Freeman, Dwayne Johnson, Jeff Bezos, Adam Aron, Michael Bloomberg, Bob Iger, Rupert Murdoch, Thomas Friedman, Bill-Hillary Clinton, Obama, John Kerry, Henry Kissinger gibi, hemen her kesimden etkili kişilerle görüştü.

Bu geniş görüşme yelpazesi göz önüne alınırsa, ziyaretin “ılımlı İslâm” ve “Vehhâbîlik’ten dönüş” açılımıyla ilgili, Suud’un radikal örgütler ve terörle anılan imajını düzeltmeyle ilgili teo-politik amacı kadar, 2030 vizyonu olarak açıkladığı projesinin tanıtımı ve Suud’a yatırım çekmeyle ilgili “ekonomi-politik” ayağı da öne çıktı. Suud’da yeni “Dubai”ler oluşturma adımları demek olan ve daha ziyade tüketime yönelik eğlence kültürünün transferinin öne çıkacağı aşikâr olan bu adımların bazı yetkililerce “nüfusunun yüzde 70'i 30 yaş altı olan Suud’a mutluluğu getirmek” olarak lanse edilmesine de dikkat çekelim. Bütün zamanların en iyileri arasında gösterilen "Black Phanter” filminin de 18 Nisan’da Riyad’da kadın-erkek birlikte yapılacak büyük bir gala ile gösterileceği de bu arada ilan edildi. Suud ve dünyanın en önemli petrol şirketi olan 2 trilyon değerindeki Aramco’nun halka arzının nerede (Londra veya New York) yapılacağına da nihai olarak bu ziyaretler sonrasında karar verilecek olmasını belirtmek gerek. Bu arzın adresinin ABD-New York borsası olması kuvvetle muhtemel.

Kısa süren Mısır, İngiltere ve Fransa ziyaretleri bir tarafa MBS’nin Amerika ziyaretinde belki de en dikkat çekici açıklaması Washington Post, Times ve The Atlantic gibi prestijli medya organlarına yaptığı Vehhâbîlik’ten dönüşe dair “Amerika istediği için Vehhâbîliği dünyaya yaydık” şeklinde, aslında Ekim 2017’de yaptığı “ılımlı İslâm”a dönüş ile örtüşen açıklaması oldu. Washington Post’tan Karen De Young’a konuşan MBS, Soğuk Savaş döneminde ABD’nin talebiyle komünizme karşı Vehhâbîliği yaymaya başladıklarını söyledi. The Atlantic’ten Jeffrey Goldberg ile olan söyleşisi ile daha önce CBS’in en prestijli haber programı 60 Dakika için Norah O’nnell’e verdiği geniş mülakatta ise MBS, bu sözünü somutlaştırdı: “1979’dan önce fonlamak derken, Soğuk Savaş’tan bahsediyorsunuz. Komünizm her yere yayılıyordu, Birleşik Devletler, Avrupa ve bizi tehdit ediyordu. Mısır bu çeşit bir rejime dönmüştü. Komünizmden kurtulmak için kimi bulduysak onunla çalıştık. Bunlar arasında İhvan var. Onları finanse ettik. Aslında ABD de finanse etti. Hatta İhvan, bunu fırsat bilerek Suud eğitim sistemine alabildiğine sızdı. Şimdi onları eğitim sistemimizden tamamen temizliyoruz.”

Burada “Suud’un Vehhâbîliği yaydığı ve bunu Amerika istediği için yaptığı yönünde, aslında malumun ilamı olarak da niteleyebileceğimiz olgunun en yetkili ağızdan “iki zımnî itiraf”ın varlığının altını çizelim.

- Reform adımlarına muhtemel tepkiler

Peki, yıllarca, petrol gelirinin büyük bir kısmını Vehhâbîliği dünyaya yaymak için harcayan Suudi Arabistan, Vehhâbîlik’ten dönebilir mi? Yapsa bile “tepeden inmeci” bu politikanın, nesiller boyu vehhabî-selefî kimliği ile yoğrulmuş Suud halkı nezdindeki muhtemel etkisi-yankısı ne olabilir? Bunlara dair net cevaplarımız henüz yok. Ancak Suud toplumunu yakından tanıyanlar şunu bilirler ki, özellikle toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan ve genelde hedonist-konformist bir hayatı benimseyen gençler ve kadınlar, ülkede katı vehhâbî-selefî anlayışın yön verdiği kapalı rejimden pek de hoşnut değiller. Bu meyanda Suud’un yüzde 70’inin 30 yaş altı gençlerden oluştuğu belirtilir. MBS de bunu bildiği için “ılımlı İslâm” ve “Vehhâbîlik’ten dönüş açıklamalarını daha ziyade bu kitleyi hedefleyerek yapmıştır. Burada özellikle Kral Abdullah döneminde başlatılan ve Batı’daki üniversitelere eğitim için gönderilip eğitimlerinin ardından geri dönen ve sayıları hiç de az olmayan Suudlu gençlerin (kadın-erkek) “yeni nesil” anlayışın temsilcileri olarak taleplerini ortaya koyduklarını ve kendileri ile aynı kuşağın temsilcisi MBS’nin de bu minvalde reform anlayışını ortaya koyduğu da söylenebilir.

Diğer yandan da MBS, Vehhâbîliği yayma faaliyetlerinin finansmanının artık hükümet değil, Suudi merkezli vakıflar tarafından sağlandığını-sağlanacağını da ifade etme gereği duymuştur. Bu beyan içten gelecek tepkileri azaltma amaçlıdır. Zira tutuklamalar ve baskılar sebebiyle seslerini pek çıkaramasalar da, Sahve Hareketi mensupları ile geleneksel selefî-vehhâbî çizgideki âlim ve gruplar başta olmak üzere, içeride farklı selefî kesimlerde büyük bir memnuniyetsizlik olduğunu söylemek için kâhin olmaya gerek yok.

Öte yandan Prens’in “Amerika istediği için Vehhâbîliği dünyaya yaydık” şeklindeki beyanının ne anlama geldiği irdelenmelidir. Zira MBS, bu yayma işinin Soğuk Savaş döneminde olduğunu söylüyor. “Ilımlı İslâm” ile ilgili açıklamasında ise aşağıda vurgulanacağı üzere, radikal-vehhâbî anlayışın Suud’da 1979 İran devriminden sonra yerleştiğini, onun öncesinde “ılımlı-toleranslı” İslâm anlayışının hâkim olduğunu ifade etmişti. CBS’teki mülakatta bu tarihten önce Suud’da kadınların araba kullanabildiklerini, her yerde çalışabildiklerini ve sinema-tiyatro salonlarına sahip olduklarını söylüyor. 1979 tarihinden önce Suud’da kısmen toleranslı bir ortamın olduğu söylenebilir. Ancak yine 1979 yılında meydana gelen Suud Ulusal Muhafız ordusunda görev yapmış Cüheymân liderliğindeki radikal-selefî grubun yaptığı “Ka’be baskını”ndan ise hiç söz etmiyor.

Dolayısıyla fikrî temelleri İslâm’ın ilk devirlerindeki “zahirî-haricî-haşevî” yorum çizgisi olsa da, modern dönemde radikal-entegrist selefî anlayış, Suud devletinin formel anlamda kuruluşundan önce ilk kurucu figürü olan Muhammed b. Abdülvehhâb’ın dönemine gider. İlk kurucu Muhammed b. Suud başta olmak üzere Suud’un hemen bütün kralları tahta çıktıklarında “Selefîlik ve Vehhâbîliğe vurgu yapmışlardır. Bir anlamda Vehhâbîlik, Suud ailesinin kimlik aidiyeti ve meşrûiyet kaynağı olmuştur. Ne var ki Vehhâbîliğin özünde bir reform-ıslahat hareketi olma özelliğini de hesaba katmak gerekir. Hanbelîlik-Selefîlik üzerine araştırmaları ile tanınan H. Laoust’un ifadesiyle Selefîlik-Vehhâbîlik, “muhafazakâr-reformist”, hatta “pragmatist” olmak gibi dikotomik tutumlara da sahiptir. İnanç konuları dışındaki fıkhî konularda reformist-ıslahatçı bir çizgi de takip edebilmişlerdir. Aslında bu XVIII. yüzyıldaki çoğu selefî tandanslı ıslahatçı hareketlerde bulunan bir özelliktir.

Nitekim Ekim 2017’deki “ılımlı İslâm” açıklamasının sonra, en son örneklerini, daha önce “haram” olarak ifade edilen “Sevgililer günü kutlaması”nın caiz olduğu” fetvası başta olmak üzere, kadınların toplumsal hayatta “abaye” giyme zorunluluğun kalktığı ve spor yapma izni verilmesinde ve nihayet Spor Bakanlığı’nca düzenlenen ve yüzlerce kişinin katılımıyla yapılan “iskambil turnuvası”nda gördüğümüz bir dizi açılım-karar peş peşe geldi, geliyor.

Vehhâbîlik’ten dönüş başta olmak üzere Suud’daki açılımlar esasen katı-kapalı bir toplum olan Suud için aslında iyi ve arzulanan yönleri de haiz. Zira bu tür kapalı-katı ideoloji ve rejimlerin sürdürülebilir bir yanı yoktur. Nitekim MBS de bunun sürdürülebilir bir yanı olmadığını farketmiş ve “ılımlı İslâm”a dönüş açıklamasıyla değişimin fitilini ateşlemiştir. Bu itibarla MBS’nin, DEAŞ, el-Kaide ve Taliban gibi terör örgütlerine dinî-ideolojik zemin hazırlayan “radikal-entegrist ve tekfirci selefî” anlayış-akımların bundan böyle desteklemeyeceği anlamına da gelen açıklaması olumlu karşılanmalıdır. Bunun ise özelde Suud ve İslâm dünyası genelde bütün dünyada “orta yolu temsil eden ana akım İslâm yorumu”nun öne çıkmasına ve nihayet İslâm’ın alabildiğine negatifleş(tiril)en imajına olumlu katkı yapacağı muhakkaktır.

Ne var ki burada sorgulanması gereken en önemli yön, MBS’nin ve Suud’un şahsında bu söylem, eylem ve açılım politikalarının kendi iç dinamikleri -iç dinamiklerin önemli rolü olsa da- ile değil, daha ziyade 11 Eylül sonrasında İslâm dünyasına yönelik neo-oryantalistik projeler çerçevesinde dış dinamiklerle ortaya konulup dayatılmasıdır.

- "Sa'vede-suudlulaştırma” politikası ve “şer üçgeni”

MBS ile Suud’un radikal-entegrist Vehhabilik ile özdeşleşen dinî bir devlet görüntüsü yerine, “sa‘vede-suudlulaştırma” politikası ile Suudiliğe indirgenmiş bir ulus devlet oluşturmayı arzu eden bir yaklaşım sergilediğini söylemek gerekir. Yani dinî-sekter bir kimlik-ideolojik yapıdan etnisiteyi öne çıkaran bir kimlik oluşturmaktır. Tabiatıyla bunu yaparken bir dış tehdit-düşmanın varlığına ihtiyaç duyulur. Yeni MBS doktrininde de bu düşman esasen 1979 devrimi ile işbaşına gelen İran rejimi ve bu rejime esas rengini veren Şiî doktrini ve mollalardır. Buna göre mollaların en üst temsilcisi Âyetullah Hamaney’i Hitler’e benzetmekte ve hatta “Hitler’den daha tehlikeli” bulmaktadır. Buna karşılık Yahudilerin kendi ulus devletlerini kurma haklarını kabul ettiğini de beyan etmektedir ki, daha önce hiçbir Arap lider bunu kabul etmemiştir. Bu meyanda İran, yalnızca Suud’u tehdit eden bir düşman değil, bütün Sünnî İslâm dünyasını tehdit eden bir ülke olarak gösterilmektedir. Burada Sünnî devletler içindeki önemli yüzdelere ulaşan -ki Suud’da bu oran yüzde 15-20’leri bulmaktadır- İran’ın etki alanındaki Şiî nüfusa da dikkat çekmek gerekir.

Bu açıklamalarda soğuk savaş mantığı ile Suud-İran bloklaşması ve diğer İslâm ülkelerinin de bu bloklaşma etrafında şekillendirme -hatta buna zorlama- çabası açıktır. Burada Vehhâbîlik’ten dönüp “ılımlı İslam” anlayışını benimsemiş Suud’un Sünnî dünyanın liderliğine soyun(durul)makta olduğu açıktır. Bu blok-cephede yer almayan veya İran ile işbirliği yapan Sünni ülkelerin de, şu veya bu şekilde hedef alınacağı anlaşılıyor. Dolayısıyla son tahlilde İran ile bölgesel ekonomik ve siyasi işbirliğini devam ettiren ve üstelik Türkiye-İran-Rusya ekseniyle bölgede sonuç alıcı politikalara imza atan Türkiye’nin de hedef alındığı-alınacağı vurgulanmalıdır.

Veliaht Prense göre “Şer üçgeni”nin bir diğer ayağı, "demokratik yöntemleri kullanarak gölge bir hilâfetle Müslüman imparatorluk kurmak isteyen" İhvan hareketidir. MBS, şeytan üçgeninin üçüncü ayağına el-Kaide, DEAŞ, Hizbullah, Hamas ve Hûsîler gibi örgütleri yerleştiriyor. Mısır’da yaptığı belirtilen ancak daha sonra yalanlanan bir açıklamada bu şer üçgeninden biri olarak Türkiye de gösterilmekteydi. Ancak Prens gerek İngiltere gerekse ABD ziyaretinde Türkiye’ye yönelik doğrudan bir beyanda bulunmadı.

- Râbıta başkanı Muhammed el-Îsâ’nın yeni rolü-misyonu

İslâm dünyasında hemen her siyasî reform, mutlaka bir dinî adıma ihtiyaç duyar. Yani ülkelerde siyasî kurucular olduğu gibi dinî kurucular da vardır ve bunlar aynı hedefe doğru uyumlu giderse başarı gelir. Belki de Suud bu anlamda en dikkat çekici ülkelerden biri. Suud’un kuruluşunda Muhammed b. Suud (siyasî kurucu) ile Muhammed b. Abdülvehhâb (dinî kurucu) bu anlamda rol aldılar. Daha sonraki krallara resmî destek veren Abdülazîz b. Bâz-İbn Useymin ve şu anki müftü Abdülazîz âl-Şeyh gibi âlimler hep oldu. Muhammed b. Selman ile bu dönemin ruhuna uygun bir isim olarak ise, Râbıta başkanı Muhammed el-Îsâ öne çıkıyor. Nitekim MBS’nin Mısır, İngiltere, ABD ve Fransa ziyaretlerindeki Yahudi-Hıristiyan dinî liderlerle görüşmesinde yanında Muhammed el-Îsâ bulunuyordu. Son olarak Fransa ziyaretinde Macron’un, “siyasetten arınmış bir İslâm”ın ne kadar gerekli-makbul olacağını açıkladığı görüşmede de el-Îsâ oradaydı. Üstelik bu görüşmeden bir gün önce “rahipler konferansı”na katılıp Katoliklere siyasete aktif katılım çağrısı yapan Macron bunu söylüyordu.

"Ilımlı İslâm” açılımına dair dini adımlar Râbıta başkanı öncülüğünde atılıyor. Nitekim kendisi eylül ayında önce bütün dünyadan yaklaşık 500 âlim-mütefekkirin katıldığı New York-Manhattan’da bir toplantı gerçekleştirdi. Ka’be imamı Abdurrahman es-Sudeys’in “Amerika ve Suudi Arabistan iki kutup olarak dünyayı yönetiyoruz” açıklaması yaptığı bu toplantının hemen ardından el-Îsâ, Vatikan’da Papa ile görüştü. Yine bu esnada Suud’da ilk kilise açılışının yanı sıra diğer bir dizi ziyaretler-görüşmeler çerçevesinde dinî reform adımları ve diyalog toplantıları yapıldı.

Öyle görülüyor ve anlaşılıyor ki, “dinî-siyasî” kurucular olarak “iki Muhammed” (Muhammed b. Suud ve Muhammed b. Abdülvehhâb) tarafından temelleri atılan Suud Devleti’nin yeni bir misyonla “ikinci kurucusu” da yine bir “Muhammed” olacak. Yanında ise -belki de- “ikinci dinî kurucu” olarak yine bir “Muhammed”, yani Muhammed el-Îsâ var. MBS’nin hemen hiç yanından ayrılmayan Harvard’da eğitim görmüş Suudlu “başdanışmanı” Muhammed eş-Şeyh’i ve en yakın müttefiki BAE’den Muhammed b. Zayed’i de katarsak yeni dönemde Suud başta olmak üzere Körfez’deki bloklaşmada öncü rol oynayan “Muhammedler”in sayısı dörde çıkıyor.

Bakalım bu “üç -ve hatta dört- Muhammed” döneminde Suud -ve dolayısıyla Ortadoğu- nereye koşacak?

[Prof. Dr. Özcan Hıdır İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi ve Rotterdam İslam Üniversitesi öğretim üyesidir]

Yorumlar