Osman Hulusi Boyraz

Osman Hulusi Boyraz

Türk tarımı ve hayvancılığına darbe

Geçtiğimiz hafta yayınlanan Resmi Gazete’de uzmanları dışında pek çoğumuzun ilgisini dahi çekmeyen bazı kararlar yayınlandı. Bu kararlarla birlikte; Et ve Süt Kurumu'na sıfır...

Geçtiğimiz hafta yayınlanan Resmi Gazete’de uzmanları dışında pek çoğumuzun ilgisini dahi çekmeyen bazı kararlar yayınlandı. Bu kararlarla birlikte; Et ve Süt Kurumu'na sıfır gümrükle 975 bin canlı hayvan ve 75 bin ton kırmızı et ithalatı için yetki verilirken, Toprak Mahsulleri Ofisi'ne 750 bin ton buğday, 700 bin ton arpa, 700 bin ton mısır ve 100 bin ton pirinç için gümrük vergisiz ithalat yetkisi verildi. 

Resmi Gazete’de yayınlandığı günden itibaren yürürlüğe giren bu karar ne anlam taşıyor diye bazı uzmanlardan ve konuyla ilgili akademik çalışma yürüten insanlardan görüş alınca durumun ne kadar vahim bir noktada olduğunu büyük bir çaresizlik içerisinde öğrendim. Yayınlanan bu kararların ülke adına hiçbir kârı olmadığı gibi birçok alanda da zararı olacağı ön görülüyor. 

ABD’li tohum şirketi Monsanto’nun dünyadaki tohum pazarını ele geçirmesi ve dünyayı adeta bir ‘ABD babanın çiftliğine çevirmesi’ olayıyla ilgili bir yazı kaleme almayı uzun zamandır niyet ediyordum. Tarım konusu bizim için hayati bir konu olduğu gibi dünyanın gelecek on ya da yirmi yıl içerisinde yaşayacağı büyük gıda krizinde çok büyük önem arz edecek bir yerde duruyor. İklimi ve toprağı el verişli olmayan ülkeler bile bir yolunu bulup tarım üretimlerini artırmaya çalışırken biz tarıma elverişli devasa arazilerimiz ve uygun iklimimize, üstüne üstlük tarım geçmişi olan bir topluma sahip olmamıza rağmen, bu konuda değil topuğumuza doğrudan kafamıza sıkıyoruz. 

Konuyu dağıtmadan Resmi Gazete’de yayınlanan karara dönelim. Bunun ülkemiz tarım ve hayvancılığına ne tür etkileri olur diye uzmanlara danıştığımızda aldığımız cevaplar oldukça içler acısı. Toprak Mahsulleri Ofisi’ne verilen doğrudan ithalat yetkisi, Türkiye çiftçisinin ürettiği buğday, arpa, mısır ve pirincin TMO ve piyasadaki diğer alıcılar karşısında ikinci plana atılması demek. Görevi sona eren Tarım Bakanı Faruk Çelik’in açıkladığı buğday alım taban fiyatı üzerinden buğday satmaya çalışacak olan hububat üreticisi çiftçi, sattığı buğdayın neredeyse yarı fiyatına denk gelen Çin’den gelecek hububatla rekabet etmek zorunda kalacak. Kısacası kendi çiftçimizi kendi elimizle hatta kendi paramızla aç bırakacağız. E o zaman bu çiftçi ne için, kim için üretsin? 

Bununla birlikte canlı hayvan veya et ithalatının da önün açılmış oldu. Et ve Balık Kurumu’na 500 bin ton et ithal etme yetkisi veriliyor. Bu da yerli hayvan üreticisinin çektiği onca zahmetten sonra elinde bulunan hayvanlardan edeceği kârın elinden alınması demek. Bu karardan sonra hayvancılıkla uğraşan kişiler artık bu uğraştan vazgeçecek seviyeye gelmiş durumdalar. 

Peki bu böyle mi olmalıydı? Tarım ve hayvancılık konusu dünyanın aslında birinci meselesi. Gelişmiş ülkeler bu arzı kusursuz şekilde yürütmeyi büyük oranda başardıkları için herşey güllük gülistanlık görünüyor. Ancak İngiltere’de son altı ay içerisinde yaşadıklarımız gösterdi ki, sadece bir kalem ürünün bile arzında yaşanan aksaklık bütün bir ülkede ufak çaplı bir çalkalanmaya neden olabiliyor. Olayı hatırlatmakta fayda var. Geçtiğimiz Şubat ya da Mart ayı içerisinde İngiltere’ye göbek marul, kabak ve patlıcan ihraç eden İspanya’da meydana gelen fırtına sonucunda bu ürünler iki hafta kadar yeterince tedarik edilemedi. Bu durum, marketlerde adeta karneyle marul satışına neden oldu. Toptancılarda bu ürünler bulunamadı, bulunsa da alabileceğiniz miktarlar sınırlandı vs. Sadece birkaç kalem ürün bile buna neden oluyorken, buğday, arpa ve mısır gibi olmazsa olmaz ürünler, et gibi hayati öneme sahip bir besin konusunda yerli üretimi öldürüp görece olarak ucuz olduğu için- ki bu da geçici- dışa bağımlı hale gelmek intihar gibi bir şey. 

Yerli üretimin ne kadar önemli olduğuna bir diğer örnek de Rusya ile yaşadığımız, Rusya’nın atlatmak üzere olduğu ve bizimse yaşamaya devam edeceğimiz domates krizi. Biliyorsunuz Rusya’nın savaş uçağını düşürdükten sonra ilişkilerimiz gerildi ve Rusya Türkiye’ye birçok alanda yaptırım uygulamaya başladı. Biz de karşı yaptırım olarak ‘domatesinizi göndermeyiz’ dedik. Rusya’ya olan en büyük ihracat kalemlerimizden domatesi masaya sürdük. Peki n’oldu? Rusya, ‘’görüyorum ve artırıyorum’’ dedi ve domateste yerli üretime gitme kararı aldı. Sonrasında bir her ne kadar eski sevgilinin kapısına gül bırakma kabilinden Rusya’ya domates uzatsak da onlar o defteri çoktan kapatmıştı. Çünkü gerçekten Rusya’nın ‘domatesten’ de olsa Türkiye’ye bir bağımlılığı vardı ve kriz anında bunun kendisine karşı koz olarak kullanılacağını gördü ve kendi domatesini, en azından kriz zamanında kendine yetecek kadar, yerli olarak üretmeye başladı. 

Bizim buradan ders almamız lazım. Zararına da olsa daha pahalıya da gelse tarımda yerli üretim teşvik edilmeli ve bu anlamda bağımsız olmalıyız. Oluşacak izafi zararı kapatacak birçok tasarruf kalemi bulabiliriz. Mesela memlekette Alman markası makam arabalarına ayrılan bütçenin yarısı bile ayrılsa oluşacak zarar telafi edilir. 

Yüksek teknoloji, uzay çağı falan bunlar hoş şeyler ama bunların hiçbiri aç karınla olmaz. Gıdada kendi kendine yetemeyen hiçbir ülke tam anlamıyla bağımsız değildir. Bunu en son Katar’da gördük. Dünyanın kişi başına düşen gelirinin en yüksek olduğu ülke, kriz anında Türkiye’nin BİM’den alıp gönderdiği ‘Dost Yoğurt’u öpüp başına koydu. Anlatabiliyor muyum? 

Diğer Yazıları

Yorumlar