‘Recep Peker’in valileri ile Tayyip Bey’in valileri arasında hiçbir fark yok’

Eski bakanlardan Yılmaz Karakoyunlu, “Eskiden, tek parti CHP’sinde insanlara köylerde dayak atarlardı, şimdi ise şehrin göbeğinde atıyorlar. Yani, Recep Peker’in valileri ile Tayyip Bey’in valileri arasında hiçbir fark yok.” dedi. Aksiyon...

Google Haberlere Abone ol
‘Recep Peker’in valileri ile Tayyip Bey’in valileri arasında hiçbir fark yok’

Eski bakanlardan Yılmaz Karakoyunlu, “Eskiden, tek parti CHP’sinde insanlara köylerde dayak atarlardı, şimdi ise şehrin göbeğinde atıyorlar. Yani, Recep Peker’in valileri ile Tayyip Bey’in valileri arasında hiçbir fark yok.” dedi. Aksiyon dergisinden Muhsin Öztürk’e konuşan Karakoyunlu, gündemle ilgili çarpıcı değerlendirmelerde bulundu. Karakoyunlu’nun sorulara verdiği cevaplar şöyle:

-Erdoğan nasıl bir siyasi model kurdu sizce?

Tayyip Bey’in siyaset yapma modelinin tarifleri belediye başkanlığı sırasında belli oldu. Bu önemli ve çok farklı bir disiplin tanımlamasıydı. Kimseye karşı kendini sorumlu hissetmeyen, ama herkesin kendine karşı sorumlu olmasını isteyen ve herhangi bir ihmal görüldüğü takdirde müsamaha göstermeyen, mutlaka cezalandıran -eski deyimle “tedip eden”- özgün bir sertlik taşıyordu. Bu karakterde olan siyasetçinin çevresindeki insanlar, ancak bu tarife uygun hareket ederlerse Tayyip Bey’le birlikte olabilirlerdi. Ve öyle oldu.

-En baştan beri böyle miydi?

Evet, böyleydi. Yöntemi gizli kapaklı değildi. Çevresindekiler bu üslubu gördüler. Bu tür yönetime rıza gösterdiler ve Tayyip Bey’in kadrosunu oluşturdular. Tayyip Bey’in yönetim üslubunu ekibiyle ilişkilerine bakarak (özellikle belediye başkanlığı yılları) görebiliriz. Tayyip Bey, isteklerini mutlaka yerine getiren ekip ile çalışarak hem kendine sağlam bir siyasi kadro oluşturdu hem de bu kadronun münferiden birbirlerine aynı güven içinde olmalarına yön verdi. Yani tekil yönetime bir tür itaat oluşturuldu…

-Özellikle son birkaç yıl içinde AK Parti’ye karşı daha büyük bir tepki de gelişti.

Siyasette tepki doğaldır. Bazen iç yapıdan (parti yönetiminden), bazen dıştan (seçmen ve medya ölçeğinde) gelir. Ama sizin işaret ettiğiniz anlamda beklediğiniz tepki oylara yansımadı. Son belediye seçimlerinde Tayyip Bey, eski siyaset etkinliğini korudu. Hem de 17 Aralık sendromuna rağmen birinci parti oldu. Bunun çok derinlikli bir sosyal ve siyasal tahlilini yapmak gerekir. Bana göre Tayyip Bey, partisi içinde bu yönetim modelini kabul ettirmiştir ve devam ettiren tek siyasi etkinlik sahibidir. Dolayısıyla önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçiminde AKP’nin adayı olacaktır. Başka bir ihtimal yoktur., Tayyip Bey’in kendini aday göstermemesi hâli düşünülebilir ki, bu kez cumhurbaşkanlığına partisinden seçilecek kişi kim olursa olsun, onu Çankaya’da siyaseten esir almış olacaktır. Çünkü siyasette şükran duygusunun ne anlama geldiğini çok yakından ve çok sık görmüş ve bu gerçeği AKP içinde biçimlendirmiştir. Tayyip Bey’in, elindeki gücü kullanmayı iyi bilen bir siyasetçi olduğu açıkça belli olmuştur. Tartışılan şey, yönetim üslubunun adil ve etkin siyaset içeriğinde makul olup olmadığıdır. Tayyip Bey’in siyasetinde kamuoyunun rıza göstermediği husus, yönetim biçiminin keyfileşmesidir. Muhalefet ve siyasetin diğer sivil örgütleri işte bu gerçeği tam kavrayamadıkları ve halka tam yansıtamadıkları için AKP her seçimde oy oranını korumuştur. Burada oy oranı sözünü “tek başına iktidar” tarifi olarak kullanıyorum.

-2011’e kadar başka, sonrasında başka bir AK parti tarifi yapılıyor. Siz 11 yıla baktığınızda ne görüyorsunuz?

Artan oranda muktedirlik manzarası seyrediyorum. Ama bu seyirden endişe ediyorum. Tayyip Bey’in parti üzerindeki iktidarı hiç eksilmedi. Fakat demokratikleşmesi kesin ölçekte eksildi. Başlangıçta da otorite ölçeği yüksekti ama aynı zamanda demokratik ifadeleri de vardı. O tarihlerde bu siyaseti kadar İslami değildi. Şimdi siyaseti İslamileşti ve demokratlığı eksildi. Buna karşılık otoritesi yükseldi. Muhalefetin ileri sürdüğü “diktatorya” tarifi budur zaten.

-2013’te Gezi gibi olaylar oldu, tepki olarak. 17 Aralık çıktı. Bütün bunlardan sonra 30 Mart seçimini kazandı. Ancak eleştiriler hız kesmiş değil. Bu bizi nereye götürecek?

Bu mücadelede taraflar teşekkül ederken otoriter bir adam yaratalım iddiası aşikâr değildi. Ancak AKP bugüne kadar rastlanılmadık ölçekte ve hızda iktidar oldu. Sizinle 2007 yılındaki röportajımızda da söylemiştim: Bugüne kadar Türkiye’de iktidar olanlardan hiçbirisi Tayyip Bey kadar partisi üzerinde muktedir değildi. Onlar da iktidardılar, hükümetin başıydılar; ama ülkenin muktediri değillerdi. İki istisna var; Mustafa Kemal ve Tayyip Erdoğan. Menderes sanıldığının aksine muktedir değildi. Tayyip Bey bir gün olsun kürsüye çıkıp grubuna yalvarmadı. Arada bir İzahat verdi. Talimat verdi; ama taviz vermedi. Menderes taviz verdi. Örneğin, 1955’te DP grubu, Menderes’i ve üç bakanını (Fatin Rüştü, Hasan Polatkan, Sıtkı Yırcalı) gensoruyla sıygaya çekti. Grup bunları düşürdü. Menderes devre dışı kaldı. Kim başbakan olacaktı? Düşürülmüş bir adamı tekrar başbakan seçemezsiniz. Bunun üzerine Mükerrem Sarol kurnazlık gösterdi, ‘Git kendin için özel olarak güvenoyu iste’ dedi. O da gidip gruptan güvenoyu verilmesini talep etti. Siyasette buna yalvarma denir. Grubu da bu yalvarma üzerine ona güvenoyu verdi.

-Tek parti döneminde Avrupa’da diktatörler vardı, uluslararası ortam demokratik değildi. Atatürk için de ‘diktatörlük’ iddiaları oldu. Muktedir dediğiniz zaman o imayı da içeriyor mu?

Arada bir fark var. Sizin söylediğiniz tarihte Mustafa Kemal ebedî şef ve İsmet Paşa millî şef olarak ilan edilmiş ve parti tüzüğüne yazılmıştı. Bunun siyaset tarihinde benzeri yoktu. Hatta Mustafa Kemal’in altı oklu bir fotoğrafının CHP tüzüğe konulması önerilmişti. Evet, bugünle kıyaslarsanız bu anlayışın egemen olduğu dönemde sadece Almanya’da değil, sadece İtalya’da değil, Avrupa’nın hemen hiçbir ülkesinde demokrasi yoktu. Sadece faşizm egemenliği vardı. Bugün ise öyle değil. Bugün Avrupa’da faşizm lanetleniyor. Hem de kimler tarafından? O dönemin en ileri faşist devletleri tarafından.

-Bu neyi değiştirir?

Türkiye bugün aynı şeyi yaparsa, yani faşist olma ihtimali gündeme gelirse ağır ölçekte yadırganır. Nitekim bu yüzden Avrupa devletlerinin ileri gelenleri, Türkiye’nin durumu ile ilgili çok ağır eleştirilerde bulunuyorlar. Almanya cumhurbaşkanının sözünü unutmayın, ‘az bile söyledim’ diyor. Türkiye’deki mevcut durumu diktatorya olarak ilan ediyor.

-Ne oldu, Erdoğan ‘eski gömleği’ mi? giydi?

Hayır! O artık eski Erbakan gömleğini giymiyor. Onu çıkarıp attı. Şimdi kendi yarattığı “Tayyibizm gömleğini” giyiyor. Yazın bir yere; ileride Türk siyaseti yazılırken Tayyibizm modeli başlı başına bir biyografik kitap olarak bir siyaset iddiası ve tecrübesi olarak kaleme alınacaktır.

-Tayyibizmi tarif etsek?

Uygulama meydanda... Tayyibizm, tek adamın, tek başına, her şeyi kontrol etmesi, yönetim ve denetim altında tutması anlamındadır. Emretmek gücü bugüne kadar sadece Tayyip Bey’de görülmüş değil. Dünyada ve Türkiye’de kimler geldi, kimler geçti. Bugün Türkiye’deki bu uygulama tekil niteliklidir ve pekişme yolundadır.

-Bizde Atatürk vardı, tek adam olarak.

O dönemde demokrasi yoktu. Demokrasi alternatifi için düşünce modelleri geliştirecek siyasetçi de yoktu. Öyle ki, Atatürk döneminde her aklı başında kişi Atatürk’ün yönetim biçimine karşı mantıklı bir görüş ileri sürmüş olması hâlinde bile cumhuriyet hedeflerine ihanetle suçlanıyordu. İsmet Paşa bile böyle bir ithama maruz kaldı. Bugün Tayyip Bey’i eleştirmek vatana ihanet suçu sayılmıyor.

-Haşim Kılıç örneği var, TÜSİAD örneği var.

Her ülkenin siyasetinde ‘yalakalar’ denilen bir takım vardır. Her siyasi kadroda bu yalakalar bulunur. Bunlar ünlü, unvanlı adamlardır. Bunlar bakan, milletvekili, danışman olabilir. Ya da siyasette yer sahibi olmak isteyen akademik ve bürokratik kadro erbabı olabilir. Her meslekten insan olabilir. Ama bunların müessiriyeti var mı, yok mu ona bakacaksınız.

-Tayyip Bey bir şey söylediğinde onun o sözünü eleştiren vatan hainliği ile itham ediliyor mu?

Henüz değil… Atatürk’ün tartışılmazlığı vardı ve Tayyip Bey’in bugünkü tartışılmazlığından çok daha fazlaydı ve çok daha keskindi. Çünkü savaştan gelmişti. Vatan kurtarandı... Tayyip Bey siyasete böyle bir sıfatla gelmedi. Siyasette asabiyet dediğimiz bir durum var. Bu noktada Atatürk’le bir benzerliği var. Atatürk seçimleri yaparken her ilden istediklerini getirirdi. Örneğin listeyi yapanlar Yakup Kadri’yi Manisa’dan aday göstermeyi unutmuşlardı. Eyvah dediler; nereden listeye koyalım; derken sıra Mardin listesine gelmişti. Adını oraya yazdılar. Adam bir dönem milletvekilliği yaptı. Mardin’i görmedi. Semtine bile uğramadı. Kimse de neden Mardin diye sormadı. Çünkü siyasette ilin önemi yoktu. Sadece Meclis’e gelmesi kâfiydi. Siyasette ilin önemini ortaya çıkaran siyasetçi Tayyip Bey oldu. Ama bunu kötüye kullanan da Tayyip Bey’dir... Atatürk’ün adam belirleme modelini Tayyip Bey de uyguladı. Ama kadrosunu il bazında önemsedi; ilden aday göstererek getirdi. Ve onlarla siyaset yaptı. Ama maalesef onlara siyaset yapmayı öğretmedi. Tayyip Bey’e farklı bir vasıf vermek lazım... Demokrat Parti’nin dört ası vardı: Celal Bayar, Refik Koraltan, Fuat Köprülü ve Adnan Menderes. AK Parti’nin de kurucu dörtlüsü var. Bunlar Tayyip Bey, Abdullah Bey, Bülent Bey, Abdüllatif Şener’di. DP başlangıçtaki 4’lü üzerinden hareket etti. Sonradan gelenlerin hiçbirini kadroya almadı. Ama Tayyip Bey diğer bakanları kendi getirdiği kadrolardan seçti. Abdüllatif Bey de her şeye müdahale etmek gibi bir hırçınlık göstermeseydi bugünlere kadar o da gelecekti. Mesela Bülent Bey “özgül ağırlığım var” diyor. Bu özgül ağırlık ona mahsus bir şey değildi. Çünkü özgül ağırlığı ölçen dirhem Tayyip Bey’in kendisiydi...

-2013’ten itibaren AK Parti kendisine yönelik eleştiri ve eylemlere ‘Bunlar 27 Mayıs gibi bir darbe girişimidir’ argümanıyla karşılık veriyor. Bu paralellik kurulabilir mi sizce?

Eskiden siyasette olayların nitelikleri, hedefleri, mahiyetleri ve ona ilişkin bekleyişlerin mütalaası, “idrak” dediğimiz süzgeçten geçerdi. Bugün onu kaldırdık; onun yerine “algı” diye bir laf koyduk. Algı AKP iktidarının en hassas kriteri oldu. Algıyı yarat ve seçimi kazan anlayışı hâkim oldu. Algı, beş duyumuzu kullanarak gözlediklerimizden zihnimizde kalan izlenimdir. Oysa idrak çok başka şeydir.

-İdrak nedir?

İdrak, zihnin sahip olduğu tüm unsurların, hiçbir noktada birbirini nakzetmeksizin bütünleştiği akıl isabetidir. Bu isabet ihtişamına idrak diyoruz. Sizin söylediğiniz idrakle ilgili değil, intiba ile ilgilidir ve lzlenimden ibarettir. Türk toplumunun idrak eksikliği varsa hangi siyasetçi bundan istifade etmez? Bu öyle zannettiğiniz gibi Tayyip Bey’in talimatıyla ya da birkaç başdanışmanın öngörüsüyle olmuş değil. Bu doğalındaki akış ile gelir ve öyle geldi. Türk toplumu da zaten buna teşneydi. Zihnen buna rıza gösterdi diyemem. Çünkü gerçeği idrak edemedi ki rıza göstersin. Sadece algıladığının esaretini yaşadı. Şimdi de öyle yapıyorlar.

-Milliyetçilik, yabancı düşmanlığı, antiemperyalizm söylemi de çıktı ortaya değil mi?

AB bizi Vahdettin döneminin Osmanlısı gibi görüyor ve kendi yönetimi altına almak istiyor. Birliğe almama direnişi Türkiye’de istedikleri itaat yapısını görmeyişlerinden kaynaklanıyor. Avrupa’ya bir tek diklenebilecek kişi görüntüsü var, bu nedenle Tayyip Bey her fırsatta bir varlık gösterisine girişiyor: Örneğin bunu göstermek için Gauk’un gelişinde “ağzının payını verdi” deniyor. Halk kahvede bunu konuşuyor. Yani Türkiye’de halkı (seçmeni) idrak ile değil, sadece algı ile yönlendiriyor, biçimlendiriyor. Yani bir türlü “sanrı” yaratılıyor...

-Son tartışmalar dönüp dolaşıp Gezi’ye bağlanıyor. Algının ötesine geçersek, ne dersiniz bu hususta?

AKP, kurulduğu tarihten bugüne kadar gelişinde hiçbir talihsiz aksama yaşamadı. Sadece Gezi olayındaki tutumuyla kendi için yanlışı kendisi yarattı. Ve güya disiplin kurduğu birimlerin uygulamasında sarsıldı. Yani AKP Gezi olayında korktu. Güvenlik sağlayan güçlerin tecrübesizliği ve yönetimlerindeki zaaf, AKP’nin hayatındaki kırılma noktası oldu. Başbakan’a yaranmak isteyen idareciler itibar gördükçe gemi azıya aldılar. Kırılma çok derinleşti. Halk 1950’de CHP dayakçı parti diye Demokrat Parti’yi iktidara getirdi. CHP köylerde jandarma dayağı yüzünde iktidarı kaybetti. Şimdi dayak şehrin göbeğinde atılıyor ama ders alan çıkmıyor. Yani, Recep Peker’in valileri ile Tayyip Bey’in valileri arasında hiçbir fark yok. Şükür ki, basında cesaret var. Valileri an be an teşhir ediyorlar ve ne olup bittiğini öğreniyoruz.

-Peki, Gezi olayı neden etkili oldu?

Çünkü böyle bir hareket beklenmiyordu. Gençlik bu olayda uysaldı ve kurallara saygılıydı. Geniş kamuoyu desteği vardır. Halk samimi ve terbiyeli dayanışma içindeydi. Güvenlik güçleri olay karşısında deneyimsizdi. Müdahale yanlış oldu. Güvenlikçilerin hareketi kontrol edilebilirlikten çıkmaya başlarsa tehlike büyürdü. O tehlikeyi kontrol edemezsek başka tariflerle görevlendirilmiş insanlar yeniden teşebbüsler için kendilerine haklılık zemini aramaya başlayabilirlerdi. Korkulan başa geldi. O göze sıkılan gaz olayı asla unutulmayacak hata idi.

İkincisi, o gaz olaylarından sonra dünya kamuoyundan korktular. Ve yalan haberler doğrulanmayınca uydurma haberlerin tesiri onları çok fena çarptı. Caminin içindeki bira şişelerinin yalan olduğu ortaya çıktı. Baktılar ki halk üzerinde inandırıcılıkları yok oluyor; bu kez bundan çok korktular.

-17 Aralık süreci sonrası bir seçim yapıldı ve Başbakan kazandı. Sizce Başbakan her bakımdan kazanmış mıdır?

Arada bir fark var. 17 Aralık’ta ileri sürülen bir iddia var. Belgelenmeye çalışılmış bir ispat modeli var. İspat modeli insanlara çok ikna edici geldi. Hakikaten kutuların içinde paralar görüldü. En itibarlı bir bankacının evinde bile 4 tane hesap makinesi bulunsa ‘nedir bu, kimsin sen’ diye sorgulamaya başlarlar. Ve o paranın sahibi olduğu söylenen şahsın önünde dönemin içişleri bakanı ‘Kimse sana dokunamaz, gerekirse önünde yatarım, cesedimi çiğnerler’ diyebiliyorsa sistemde bir çürüme var demektir. Bu olayın siyasi tahribatı çok büyük oldu. Cumhuriyet idaresinde görülmüş en ayıplı olay budur. Bu laflar karşısında yıpranma kaçınılmazdı. Yıprandılar. Fakat demin söylediğim gibi çok ustaca manevrayla vakayı değil “algıyı” öne çıkartıp inanışı silkelediler... Yani algı idrakin sırtını yere getirdi.

Bir de Türk toplumu ne yaparsan yap aileye karşı saygılıdır. Türkiye, dişisini koruyan bir toplumdur. Ailesine, çocuğuna, karısına, kızına bilhassa ailenin dişi kanadına yönelik her müdahale yanlıştır. Ama bakan çocukları hiç önemsenmedi ve olayın inandırıcılığı boşlukta kaldı.

-Bundan yeni siyasi bir alternatif çıkar mı sizce?

Çıkarsa AKP’nin kendi içinden çıkarak yeni parti oluşabilir. Bunu çok ama çok uzak ihtimal olarak görüyorum. Abdullah Bey, siyaseten istekli bir kararla ve iradeyle müşkül durumda bırakılırsa beraberinde geniş bir kadrosu var ki sistemi zorlayabilir. O zaman bölünme olabilir.

-Tek parti dönemi karşılaştırması yapılıyor sıklıkla. Bu istense bile herhâlde o döneme dönülemez değil mi?

Hayır! Dönülemez. Birincisi şartlar değişti. İkincisi Tayyip Bey değişti ve yönetimle ilgili hususları farklılaştırdı. Mesela MİT Yasası’nı değiştirin diyor, tartışmaya açılmadan değiştiriyorlar. Ama onu zor durumda bırakan husus, evrensel nitelikli ilişkilerde yer alış ve talimat veriş biçimi oluyor. Yani Twitter gibi, yani internet yasası gibi. Hususlar etkileyici oluyor. “Seni evrensele karıştırmayız, sen memleketinde ne yaparsan yap’ diyorlar. O da şimdi yavaş yavaş fark etti ki, evrensel diklenişin sesi hem gür çıkıyor hem de geniş ekoyla yankılanıyor.

-Erdoğan’ın son yıllardaki tavrının devlette neye yol açtığını düşünebiliyor musunuz?

Siyasette başarılı olmanın yolu, herhangi bir itiraz yaratmamaktır. Hâlbuki bugün Türkiye’de itirazdan geçilmiyor.

-İtiraz olmasaydı başarılı olmuş olacaktı yani?

Evet. Genel kabul görmüş olacaktı. Oysa öyle görmüyor.

-Mesela?

Mesela, cumhurbaşkanlığı seçimi için 6 puan var. Bunu da karşı taraftan yani rakiplerinizden alacaksınız. Size şimdiye kadar oy vermeyene ne teklif edeceksiniz ki onların oylarını alıp yukarıya çıkacaksınız? Bu kadroya hangi mutluluk kriterlerini önereceksiniz?

-Cumhurbaşkanlığı için Kürtlerle bir mutabakat yapılacağı meselesi var.

Böyle fantezilerle marjinal altı puanın alınabileceğini kolay mı sanıyorsunuz? Yani marjinal oy sahibi partiler yönelirse kendi aktifindekilerden ne oranda ne kaybedeceğini hesaplayabiliyor musunuz?

-Muhalefetin ‘tek adayı’ bilinmiyor. Ne dersiniz bu konuda?

Eğer muhalefetin üzerinde ittifak edecekleri isim, birinci turda onların adayı olarak çıkmazsa Tayyip Bey birinci turda alır gider. Çünkü o adamları savunacaksınız. O savunduğunuz kişiler siyasi zemine çıktıklarında bu taraf 47 aldıysa ötekisi 46 aldıysa arada bir puan, iki puan, üç puan fark etmez. Son seçimde gördünüz; en kudretli olduğu konuda ve bölgesel belediye seçimlerinde AKP adaylarının AKP’ye oy verdirme kabiliyetinin çok yüksek olduğu görüldü. Bu etkinliği kullandılar ve oy oranları 45’e çıktı.

-Bir zamanlar AK Parti’nin güçlü olmasına yol açan adalet duygusu ve talebi konusunda neredeyiz şu anda?

Çok yıprandı. AKP’nin en fazla kan kaybettiği alan adalettir. Adaletin halk üzerindeki müessiriyeti çok önemlidir. Halk, adaleti ibadet kadar kutsar…

-AK Parti’yi var eden bu adalet duygusu değil miydi?

Kesinlikle bu idi…

-AK Parti’yi var eden şeylerin bir bir ortadan kalktığı vaki mi sizce?

Bu sadece benim kanaatim değil. Ama uygulamaya bakınca hareket farklılaşıyor. Çünkü adalet eksikliğinden yaralı yüreğin acısı oy olarak sandığa yansımıyor.

-Niye sizce?

Anlaşılıyor ki muhalefet henüz oy sahibine ‘seninle aynı yolda yürüyecek evsaftayım’ hissini veremiyor. Halk siyasetin şahsileştirilmesini sevmiyor. Ben seçimlerde olsaydım Tayyip Bey’i hedef almazdım.

-Bu onun lehine mi gelişti?

Benim muhatabım AKP denilen iktidardaki siyasi partidir. O bana ne kadar ağır hakaret ederse etsin, ‘onu muhatap almıyorum ama halkım, sana asıl gerçeği söylüyorum’ dese çok şeyi değiştirebilirdi.

-Yalan meselesine nasıl bakıyorsunuz?

Bizim halkımız kendisi de çok yalan söylediği için yalan siyaseti önemsemiyor.

-Yolsuzluğu da mı?

Yolsuzluğu ise hiç umursamıyor. Hayret ediliyor dünyada. İslam’ın en fazla ihlal edilen kuralı adaletin tezahür biçimindeki olaylarda yaşanıyor. Karakola gidersiniz ‘hadi yakışık alıyor mu bu hâliniz; öpüşün barışın’ der gönderirler. Adalet aranmıyor. Sadece sükûnet. Görevliler sükûneti sağladı mı adaleti sağladığını sanıyor. Türkiye’nin en sığ devlet sanatı burada siyaha boyanıyor. Hâlbuki bu üsluptaki yönetimin halkta ne travmalar, ne tahribatlar, ne sıkıntılı sonuçlar çıkardığını kimse önemsemiyor.

-Sükûnetin travması ilginç!

Sakinleştiriyorsun, daha doğrusu beni, ağzımı açamaz ya da kıpırdayamaz hâle getiriyorsun ve buna adalet diyorsun... Buna adalet demek mümkün mü? Yurttaşı meydan dayağıyla dövüyorsun, sonra polis seni yakaladı ya başlıyor zorlamaya: Hadi ‘onu affet, hadi öp, bitsin’ diyor. Peki, yediği dayak nereye gitti? Bunun hesabını kim soracak? Devlet sormuyor. Adalet dediğimiz çok büyük bir problemimiz var ve bu yara asla kapanacak gibi de gözükmüyor. Çünkü karşılaştığımız en büyük olayda bile adaletin tesis edilmesi gerektiğine dair vicdani değerler ortaya konamıyor. Hayatımda en fazla merak ettiğim husus, İstanbul valisinin uyuyamadığı gecelerdeki ruh hâlidir…

-64 yıldır bitmeyen bir demokratikleşme yaşıyoruz. Hâlâ bekliyoruz bir demokratikleşme açılımı olsun. Sebebi ne?

Vatandaş diyor ki, ben mahkemeye güvenmiyorum, ben polise güvenmiyorum, ben idareciye güvenmiyorum. O zaman benim için hukukun üstünlüğü iddiası varit değildir. Herhangi bir yurttaş, Ankara’da hâkimler var, diyebiliyor mu? Diyemiyorsa iş bitmiştir.

-Kılıç’ı destekliyorsunuz?

Yanlış bulmadığımı söylüyorum. Sadece dili iyi değildi. Lisan, asıl manadaki isabeti gölgeledi…

-Haşim Kılıç’la sınırlı olmayan bir şey var. Etkili konumda olan her bir kişi söz söylediğinde darbecilikle, siyasete müdahale etmekle itham ediliyor.

Bir şeyi gözden kaçırmayalım. Tayyip Bey’de siyaset yok, talimat var. Onun için siyaset tartışmıyor. Hiçbir şeyi kabul etmiyor. Makulü bile itiraz kabul ediyor.

-Kim ne derse desin, “Ben siyasetçiyim, siz değilsiniz; eğer siyaset konuşacaksanız gelin parti kurun” diyor.

Bu doğru değil. O zaman, hata yapan iktidara karşı yasaların gereğini yapan her insan kara cüppeli olursa adalet anlayışı olmaz.

-Anayasa Mahkemesi kararından sonra bir akşam 6-7 kanalda birden Haşim Kılıç’ı kötülüyorlardı. Hâlbuki her birisi için bir yıl öncesine kadar çok değerliydi o.

Çok. O da imza atsaydı AKP kapatılmıştı bile.

-Bütün bunlar, özellikle 2011’den itibaren devletçi reflekslere savrulduğundan mı oluyor?

Sadece devlet var derseniz onun adı faşizmdir. İster İslami olsun, ister olmasın fark etmez. Adına İslam cumhuriyetleri denen siyasal kadrolaşma örnekleri var; onlar da bu faşizme dâhildir. ‘Sadece devlet vardır’ denemez. Benim haklarım ne olacaktır? Her defasında kalabalığın dayağını yiyemem. Tekil olmanın haklarını teslim eden bir devletli terbiyesinin yerleştirilmesi gerekir. Cumhuriyetin en zor kılıklı mesuliyeti budur...

-A. Turan Alkan bundan sonra muhafazakâr siyasetin zayıflayacağını, laik demokratlığın güçleneceğini yazmıştı. Bir zamanlar laik Kemalist siyasetin nasıl gücü tükendiyse...

Yanlış değil. Eskisi baskıcılığı yüzünden nasıl kaybettiyse, İslam’ı temsil ettiğini söyleyenler de baskıcılığı yüzünden kaybeder. Tesir başka bir şey, müessiriyet başka bir şeydir. Hâkimiyetini kurmak istediğiniz şey, İslam’ın ahlaki değerlerindeki üstün egemenliğidir. Yoksa onun ibadete taalluk eden tezahürlerini görmek değil… Mesela bugünkü iktidarın yarattığı bir izlenim var: Yurttaşı her cuma namazda görmek istiyor. Arıyor, ‘seni göremedim’ diyor. Cumadaydım ama belki başka kapıdan çıktım, belki başka kentteydim. Cumaya orada gittim. Kimse mümin kardeşine inanmıyor. Mutlaka gözüyle görmek istiyor.

Beni her dakika namazda, niyazda ve cumada görmek isterseniz bir zamanlar laikliğin İslamiyet üzerinde tesis ettiği baskıya benzer bir baskı ve aynı boyutlarda tarif yanlışlıkları işlemeye başlamış olursunuz. Bugün bu manzara var.

-Gözetlenmekten mi söz ediyorsunuz?

Hayır! Gözetlenmiyor, açıkça bu konuda talebin muhatabı oluyorsunuz…

-Nasıl?

Açık açık, kadınlar bu başörtüsüyle gelecekler. Bu kıyafeti giyecekler diye bir talimat sistematiği yaratıyorlar. Bir boş vaktim olsa, genç bir modacı hanımla sadece “Ankara Palas Baloları’nı yazmak isterim. Adını bile koydum. Orada isim isim göstereceksin. Kıyafetler, dans biçimleri... Dergiler, gazeteler bu kıyafetleri basardı. Kitaplarda bu örnek gösterilirdi… Devrim demek, bu demektir. Benim istediğim alfabeyle yazacaksın, bugüne kadar öğrendiğiniz alfabeyle değil. Uymazsan ne devlete memur olursun ne bilmem ne olursun, hiçbir şey olamazsın. Benim istediğim kıyafeti giyersen kadın doktor olarak hastanede çalışırsın, yoksa çalışmazsın.

-Peki, bugünle nasıl bir paralellik kuruyorsunuz? Bu sizde ne uyandırıyor?

Benim üzerimde baskı kuruyor. Eski zamanda modanın bir saygıdeğerliği vardı. Üslubu tesirli, ifadesi nazik, mahiyeti makul bir teklif yöntemi vardı. Şimdi aksi bir teklif var. Yani laiklik telkininde görülen baskıcılığın aynısını muhafazakârlaşma ısrarında gösteriyorlar. Fakat bunu tesis edeceğim diye ölçüyü kaçırırsanız aynen 1930’larda laikliğin getirilmesi gibi olur. Laikliğin anayasaya konması ve her vesileyle onun anılması, bütün polis teşkilatının, jandarmanın bir laiklik ordusu hâline getirilmesinin toplumda nasıl bir birikim yarattığını bir düşünün bakalım. 1950’de tek partiyi deviren bu rahatsızlıktır. Köylü, kasabalı savaşta açlıktan gıkını çıkarmadı. Ama laik sistem getireceğim diye konuya vâkıf olmayan idarecilerin köylerde, kasabalarda attığı jandarma dayağı, iktidarı deviren en önemli unsurlardan biri oldu.

-30 Mart öncesinde tercihini iktidardan yana kullanmayı telkin eden hutbe okundu.

Buna hakkı yok. Elimde imkân olsa hakkında derhâl tahkikat açtırırım. Yüce Divan’a kadar götürürüm. Diyanet İşleri başkanının böyle bir hakkı yok. Bir partiye siyasal olarak din baskısını alet olarak veriyorsun. Tüm anayasal ilkeleri ihlal ediyorsun. Ne hakkın var bunu yapmaya?

YÜCE DİVAN’DA YARGILANMADAN KİMSE AKLANMIŞ OLMAZ!

-Yolsuzluk meselesi ve ‘fezlekeler’ Meclis’e geldi. Nasıl ilerleyeceğini bilmiyoruz. Geçmişte nasıl olmuştu hatırlar mısınız?

50’den önce de yolsuzluklar vardı. İsmet Paşa ‘gidin aklanın, öyle gelin’ dedi. Mahkûm olanlar hapishaneye kondu. Beraat edenler siyasete döndüler. Ülkemize başbakan bile seçildiler. Bugünkü durum nedir? TBMM kararıyla soruşturmaya gerek yok dendiğinde o kişi aklanmış sayılmaz. Onlar belki paçayı kurtardıklarını sanacaklar, belki haklarında siyasi akıbet tahlili daima karanlıkta kalacak. AKP Grubu dört bakanın yolsuzluğunu soruşturmak için önerge verdi. Soruşturma açtı. Ama komisyona üye vermediği için çalışmalar yapılmıyor. Buna yolsuzlukların ensesindeyiz demek mümkün mü? Hayır! Ama diyorlar ve prim topluyorlar. Hakkında iddia olan siyasetçi Yüce Divan’da aklanmadıkça, aklanmış sayılmaz. Siyasette ilke budur. Adalet ahlakı da budur…

-Dosya kapanmaz yani?

Kapanmaz. Vicdanında kapanmaz. Mahkemeye çıkacak, yargılanacak, ondan sonra aklanmış olacaktır.

CİHAN

Yorumlar